Türk Mitolojisinde Anne: Anne, insanın hayatının başlangıcı olduğu için pek çok kültürde, mitolojide çeşitli anlamlar, kutsallaştırmalar kazanmıştır. Türk mitolojisinde de anne işlevi üstlenen çeşitli unsurlara rastlamaktayız. Ama bunlara geçmeden önce ilkel sürü topluluğundan avcı toplayıcı topluma geçildiğinde, kadının bitki, meyve toplayıcılığı yapması ve ilkel tarımı başlatmasıyla kutsallaştırıldığını da belirtmemiz gerekir.[2]
Türk mitolojisinde ağaçtan türemenin sebebi de bu geçim tarzıyla bağlantılıdır.[3]
Şamanlık yapanların kadın oluşu, Şaman erkeklerin kadınlıkla ilgili unsurları üzerinde taşımaları, toplumun kutsalla bütünleşmelerini sağlamak içindir. Bu kutsallık da yine kadının doğurganlığıyla ve bitki toplayıcılığından kaynaklanan geçim tarzına bağlı yüceltmeyle ilgilidir.[4]
Erkek egemen yapının kökleştiği topluluklarda Şaman kadınlar büyük ayinlere katılamamaktadır. Ayrıca dışarıdan alınan gelinin kabilenin büyük törenlerine katılamamasının kabile tanrısına yabancı olmasından kaynaklandığı belirtilir. Kazak, Kırgızlarda dış evlilikle eve alınan kadın, evin, çadırın ateş yakılan yerinden yukarı geçemez. Bu da evdeki ata ruhuna saygısızlık etmemek şeklinde yorumlanır.[5]
Türk mitolojisinde anne işlevini üstlenen tanrı, kutsal ruh ve varlıkları antropogonik mitlerde görmekteyiz.
Türk Mitolojisinde Antropogoni
Antropogonik mitlerde, ilk insanın, soyların yaratılışı, türeyişi anlatılır. İlk insanın yaratılışının anlatıldığı mitler, kozmogonik mitlerin içinde yer alır. Evrenin, dünyanın, tabiatın yaratılması, makro-kozmosu oluşturuyorsa, insanın yaratılması mikro-kozmosu oluşturmaktadır. Evrenin yaratılmasında kullanılan toprak, kil, ağaç, kamış gibi unsurların insanın yaratılmasında da kullanılması bu düşünceyi desteklemektedir.[6]
Türk mitolojisinde, dağda, dağın eteğindeki mağarada, ağaçta doğum motifleri de kozmolojik inanışlarla birleşmektedir. Dağ, ağaç nasıl dünyanın ekseni, dayanağı, merkezi ise insan da dolayısıyla bu kozmolojinin temelinde yer almaktadır. Bunun en önemli sebeplerinden biri de insanın varoluşu ile evrendeki bütünlüğe, kutsal varlıkların dünyasına katılma isteğidir. Böylelikle insanın varlığı ve hareketleri dini bir anlam kazanmaktadır. Ayrıca “tüm insan davranışları in illo tempore tanrılar veya medenileştirici kahramanlar tarafından ihdas edilmişlerdir; bunlar yalnızca çeşitli işleri, çeşitli beslenme biçimlerini, çeşitli aşk ve ifade şekillerin vb. ortaya koymakla kalmamışlar, aynı zamanda görünüşte önemsiz olan hareketleri de ortaya çıkartmışlardır.”[7]
Hayat ve insan bedeni de bu şekilde kutsallaştırılmış olur. Kandaş, cinsel, yetişkin topluluklarına katılmak, ölüm ve tekrar doğum simgeciliğiyle ilgili törenlerle gerçekleşebilmektedir. Bu törenler sırasında evrenin, dünyanın, insanın yaratılışıyla ilgili kutsal anlatıların dile getirildiği görülmektedir.[8]
Altaylar ve Yakutlardan derlenen yaratılış mitlerinde, ilk insanın yaratılışı, kozmogonik bütünlük içinde anlatılır. Verbitski’nin derlediği Altay yaratılış mitinde, Tanrı Ülgen, yeri, göğü ve insanı yaratır. İlk yaratılan insanlar tanrı katı olan Altın Dağ’da bulunmaktadırlar. Gökten kovulunca dünyaya inerler. Verbitski’nin yayınladığı bu anlatının geniş özeti, insanın yaratılışıyla ilgili pek çok unsuru içerdiği için yararlı olacaktır. “Ülgen bizim dünyamızda yedi erkek cins insan ve o kadar da ağaç yarattı. İnsanın kemikleri kamıştan, vücudu ise balçıktan yaratıldı. İnsanın bedeni yaratıldıktan sonra Ülgen insanın kulağına ve burnuna üfürdü. İnsan canlı ve düşünen bir varlık haline geldi. Ülgen kulağa üfürünce ruh, buruna üfürünce de akıl girdi. Yedi insanı yarattıktan sonra Ülgen Altın Dağ’ın bulunduğu doğu yönüne yöneldi, bir erkek ve bir ağaç daha yaratarak Altın Dağ’ın batı cephesine koydu. Ülgen sekizinci adamın ruhuna ve aklına çok üfürdü ve ona şöyle dedi:
Ben iyi ve kötüyü yaratıyorum, sen de herkesi yönet, kime açlıktan, kime tokluktan ölüm ver, kime de bolluk ver! Sen bil… Sekiz adamı yarattıktan sonra Ülgen yedi yıl onları gözetimsiz bıraktı. Bu zaman zarfından sonra bakınca gördü ki, sekiz adam olduğu gibi duruyor. Sekiz ağaç ise yedi kol halinde büyümüş. Ülgen bunu görünce şöyle dedi: Niçin böyle ağaçlar çoğalmışlar da insanlar yok? O zaman Altın Dağ’daki sekizinci adam cevap verdi: Dişisi olmadan nasıl çoğalırlar? Ülgen ona şöyle dedi: Yaratma anında ben sana sen bil, sen bil; kimin aç olduğunu, kimin yetişeceğini, iyiliği ve kötülüğü sen bil, demiştim. Sen şimdi yedi kişiye gel, ben üç gün sonra sana döneceğim. Sekizinci insan yedi kişiye geldi ve kendi kendine şöyle dedi: Ülgen bana sen bil, sen bil demişti. Şimdi ne yapılacağını bileceğim. Ülgen’in yarattığı gibi kadınları yaratmaya başladı. Kamıştan kemikler, balçıktan beden yaptı. Fakat yapmış olduğu şeyler elinde kırıldı, dağıldı, ellerinde buruşturdu. Avuç içinde tutarak ona üfürdü… Bu arada Ülgen tarafından gönderilen bir köpek ağzında bir mektupla geldi. Bu mektupta sekizinci adama Maytere isminin verildiği yazılıydı. Üçüncü gün Ülgen Maytere’ye geldiğinde, yapılan son kadın henüz cansızdı. Maytere Ülgen’i karşılamaya gitti. Kendi yaratıkların gözetmesi için köpeği görevlendirdi. Erlik de özellikle bunu bekliyordu. Henüz tamamlanmamış yaratıklara gelerek onlara kendi nefesiyle üfürdü. Bu şekilde ruh ve aklı insana yerleştirdi. Fakat insan olması gerektiği gibi değildi; ruhu yılan gibi kindar ve pis kokuyordu. Maytere bu olaydan habersizdi. Ülgen’i karşıladığında ona şöyle dedi: Sen bana, sen bil, sen bil demiştin. Ben de insan-kadını yarattım, fakat onların henüz ruhu (canı) yok, sana sormaya geldim. Yaratmayı mı yoksa yaratmamayı mı emredersin? Ülgen birden şöyle söyledi: Hemen gel öne koş! Maytere döndüğünde kendi yapmış olduğu insanları canlı olarak görünce, […] köpek niçin Erlik’i bıraktın, o seni nasıl aldattı? dedi. Köpek şöyle cevap verdi: Erlik bana kürk, ayakkabı ve yediğim zaman ölmeyeceğim lezzetli yemekler vereceğini vaat etti… Maytere önceleri insanlar gibi hayat süren; yiyip içen, insanlarla konuşup anlaşan köpeğe bu günkü nitelikleri ceza olarak yükledi. Daha sonra Maytere yedi erkeği çağırdı ve onlara Erlik’in yaratmış olduğu kadını göstererek, bu kadını içinizden kim alır, dedi. Hiç biri Maytere’ye ses çıkarmadı. Maytere, yedi kişiden birinin elinden tutarak kadına getirdi. Kadının yanına getirilen kişi şöyle dedi: Bu kişinin sureti, ruhu başka ve kokusu dayanılmaz. Maytere diğerini getirdi. O da aynı şeyleri söyledi. Üçüncü kişi ise süratle kaçtı ve saklandı. Bu arada Ülgen geldi. Diğer dört erkekten birini Targın Nam diye isimlendirdi. Ülgen, Targın Nam’ın iki tarafından kaburga kemiklerinden tutarak kadını yarattı. Erlik tarafından canlandırılan kadın ve ondan üreyenler, Maytere tarafından iki deniz arasında bulunan ve güneş ve ay görmeyen bir yere hapsedildi… İnsanlar Erlik tarafından kandırıldıktan sonra, bu suçlarında dolayı Maytere onları “Aruun Sudun”dan dünyaya kovar. Bu arada onlar artık Aruun Sudun’da ki nitelikleri taşımazlar. Şu andaki niteliklerle cezalandırılırlar; çeşitli hastalıklar, kadınların doğurması vs.”[9]
Radlof’un derlediği Altay yaratılış mitinde de benzer unsurlar bulunur. Tanrı dünyayı yarattıktan sonra, bir ağaç görür. “Dalsız budaksız bir ağaç bitmişti. Bu ağacı Tanrı gördü ve “dalları olmayan ağaca bakmak hoş bir şey değil; buna dokuz tane dal bitsin!” dedi. Ağaçta dokuz dal bitti. Tanrı yine şöyle dedi: “dokuz dalın kökünden dokuz kişi türesin ve bunlardan dokuz ulus olsun!””[10]
Daha sonra Erlik, tanrının yarattığı insanları, hayvanları, kuşları görür, onun gibi yaratmak ister. İnsanların bir tarafındaki meyveyi yiyip diğer tarafındakilere dokunmadıkları bir ağacı görünce, bunun sebebini sorar. O tarafı tanrının yasakladığını öğrenince, bekçi yılanın ağzına girip Törüngey’i ve karısı Eje’yi meyveleri yemeleri konusunda kandırır. Yedikleri anda tüyleri dökülür, utanırlar. Geri dönen tanrı, her şeyi öğrenir. Eje’ye kendi yaratıcılık vasfını yükleyerek, onu insan doğurmak, doğum sancıları çekmekle cezalandırır. Tanrı, Törüngey’i Erlik’e uyduğu için, kendi aydınlık dünyasından mahrum edip yer altındaki karanlık dünyaya göndermekle tehdit eder. Erlik’i üç kat yerin altında karanlık dünyaya göndermekle cezalandırır. Maytere gelir, insanlara araba yapmayı, ot kökleri ve ısırgan otlarından yemek yapmayı öğretir. Mangdaşire de insanlara oltayla balık avlamayı, tüfek barut icat edip sincap vurmayı, hayvan beslemeyi öğretir.[11]
Bu anlatılarda insanın toprak, kil, ağaç veya kamıştan, tanrı veya tanrının görevlendirdiği kutsal bir ruh tarafından, burnuna, kulağına üflenerek yaratıldığı anlatılır. Evrenin temel unsurları olan toprak, su ve ağaç insanın da özü olur. Bu mitlerde dikkati çeken en önemli unsur da, insanların uygarlaştırıcı bir kutsal ruh tarafından geçinebilmeleri ve beslenebilmeleri için eğitilmeleridir. Toplayıcılık ve avcılık en önemli geçim faaliyetleri olarak karşımıza çıkar. Bu mitleri oluşturan toplumların kökleriyle ilgili fikir sahibi oluruz. Hayvanların ve bitkilerin onların hayatındaki rollerinin salt gerçek dünya bazında değil mitolojik düzeyde de işlendiğini görürüz. İlk insanın yaratılışıyla ilgili bir başka metin de on beşinci yüzyılda Türk-Memluk kaynaklarında geçer. Aybek ed-Devadarî’nin tarih kitabında, hicrî 211 yılında Ulu Han Ata Bitikçi adlı Türkçe kitabın, Farsça tercümesinden alındığı belirtilmiştir. Efsaneye göre ilk çağlarda yağmurdan oluşan seller Karadağcı denilen dağdaki mağaraya çamur sürükler. Bu çamurlar mağaradaki insana benzeyen yarıklara dökülür. Su ve toprak yarıkta dokuz ay kalır, rüzgâr eser, güneşin ısısı (ateş) pişirir. Erkek, güneşin çok sıcak olduğu saratan (yengeç) burcunda, kadın ise yaz sonunda güneşin sıcaklığını yitirdiği sünbüle (başak) burcunda meydana gelir. Erkeğin adı Ay Atam, kadının ise Ay-va’dır. İkisi evlenirler, dünyaya kırk çocuk gelir. Bunlar birbirleriyle evlenip çoğalırlar. Anne ve babaları ölünce çıktıkları mağaraya gömüp ağzını altın kapıyla kapadılar, çiçekler koydular. Bu metinde özellikle evrenin, dünyanın dört unsurdan oluşmasıyla bağlantılı olarak insanın da bunlardan meydana geldiği anlatılmıştır. İslami kültür çevresinde son derece tabiatçı bir bakış açısıyla yaratılış açıklanmıştır. Ayrıca ataerkil düşüncenin etkisiyle kadının eksik olduğu, çünkü onun tam yaratılabilmesi için mevsimin, sıcaklığın yeterli olmadığı vurgulanır. Tek tanrılı dinlerde karşımıza çıkan Adem ve Havva’dan çoğalan insanlar motifi de burada yer almıştır. Ayrıca Verbitski ve Radlof’un metinlerinde insana etik değerler yüklenirken bu metinde böyle bir unsura rastlamıyoruz. Önceki metinlerde iyilik ve kötülük ayrımı yapılmış, gökyüzü, tanrı ve kutsal ruhlar iyi, yer altı ve Erlik kötülüğün temsilcisi olmuşlardır. Ayrıca insana iyi ve kötüyü tercih etme hakkı verilmiştir.[12]
Radlof’un Altay’da Lebed Tatarlarından derlediği yaratılış mitinde, kadının yaratılmasına şeytan sebep olmaktadır. “Tanrı önce yeryüzünde tek başına yaşayan insan yarattı. Bu insan erkek idi. Bir gün Tanrı’nın yarattığı erkek uyurken şeytan onun göğsüne bastı. Bunun üzerine erkeğin kaburgalarından bir kemik ayrılarak yere düştü. Bu kemik biraz daha uzayınca, bundan kadın meydana geldi.”[13]
Ataerkil düşüncenin hakim olduğu bu anlatıda erkeği tanrı, kadını ise şeytan yaratmıştır. Radlof’un Altay’da Kara Orman Tatarlarından derlediği yaratılış mitinde de benzer bir anlayış hakimdir. “Evvel zamanda büyük Payana insan yaratmıştı. Fakat insana can (ruh) veremiyordu. O, can istemek maksadıyla büyük Kuday’a gitti. Köpeğe de şöyle dedi: Sen burada dur, havla ve dikkatli ol! Köpek orada kaldı. Bunun üzerine Erlik gelerek köpeği kandırmak maksadıyla konuşmaya başladı: Senin kılların yok, ben sana onların altın olanlarını vereceğim. Sen de bana bu cansız insanı ver, dedi. Köpek altın kılları elde etmek için insanı ona verdi. Erlik ise insanı baştan aşağı tükürüğe boyadı. Kuday can vermek için geldiğinde Erlik kaçtı. Kuday tükürüklü insana baktı, fakat onu temizleyemedi ve ters çevirdi. Bu yüzden tükürük insanın içinde kaldı. Sonra Kuday köpeği döverek şöyle dedi: Köpek, sen fena olacaksın! İnsan sana ne isterse yapsın, seni dövsün, öldürsün, sen tamamıyla bir köpek olacaksın, dedi.”[14]
İnsan, tanrı tarafından yaratıldığında temizdir, fakat Erlik insanın ruhunu kirletir. İnsanın iç dünyası kötüdür, kirlidir şeklindeki düşüncenin temeli, yaratılışta, kökende, Erlik’e bağlanarak izah edilmiştir. Bu mit, İstanbul’da ve Erzurum’da derlenen iki efsaneyle olay örgüsü açısından benzer unsurlara sahiptir. Sadece Kuday ve Erlik yerine Allah ve Şeytan diye adlandırılan şahıs kadrosuyla farklılık gösterir.[15]
Uno (Harva) Holmberg’in yayınladığı bir Yakut efsanesinde, ilk insanın yaratılışı şöyle anlatılır: “Tanrı dünyayı yarattıktan sonra, içinde yedi taş insan suretinin bulunduğu taştan büyük bir ev yapar. Bu kez Adam insan suretlerine bekçilik için bırakılır. Şeytan çıplak olan Adam’a yırtılması mümkün olmayan bir elbise vereceğini söyleyerek onu kandırır ve suretlere yaklaşır. Bunun üzerine onlar kirlenir ve toprak haline gelir. Daha sonra tanrı yaptığı suretlere bakmaya gelince durumu görür ve bekçiyi azarlayıp bir köpeğe dönüştürür. Yarattığı suretlerin de içini dışına çevirir ve onlara ruh üfler.”[16]
Yine Holmberg’in verdiği bir Altay anlatısında ilk insanlar şöyle yaratılmıştır: “Tanrı Ülgen, etleri için toprağı, kemikleri için taşı kullanarak ilk olarak erkeği sonra da onun kaburga kemiğinden kadını yaratır. Onlara ruh verebilecek birini aramak üzere bulunduğu yeri terk eder ve söz konusu çifti beklemesi için tüysüz bir köpeği yoktan var eder. Ancak Erlik’in dışkısını yiyen köpek tüylerle kaplanınca, Şeytan’ın yaratılan ilk çifte yaklaşmasında mahzur görmez. Şeytan, bir kamış boruyu anüsten sokarak uyumakta olan çiftin içine ruh üfler. Ülgen geri döndüğünde, insanları yalnız görünce, yeni bir insan yaratıp yaratmadığından şüphelenir. Böylece düşünürken bir kurbağa ortaya çıkar ve bu mahluklar için (kötü ruha sahip olmalarından dolayı) kendisini sorumlu hissetmemesini, onlara yaşamak ve ölmek hususunda karar hakkı tanımasını söyler. Bunun üzerine Ülgen onlara yaşama izni verir.”[17]
Buraya kadar özetlenen veya alıntı yapılarak aktarılan metinlerde, insanın topraktan yaratılması, tanrının ona üfleyerek ruh ve hayat vermesi, kadının erkeğin kemiğinden yaratılması, insanla ağacın tanrı katında yer almaları, kötü ruh olan Erlik tarafından insanların aldatılması, tanrının sözüne uymamaları, tanrının katından kovulmaları, Kutsal kitaplarla benzerlikler taşımaktadır. Yine de Altaylılardan derlenen yaratılış mitolojilerinde sadece insan türünün değil, insan soylarının çeşitli şekillerde yaratılışları da anlatılmıştır.[18]
On dokuzuncu yüzyılda derlenen bu metinlerde, pek çok kültürden, inanıştan etkilenen Şamanlığın içinde, tek tanrılı dinlerin olduğu kadar, Hint inanışlarının etkisinin bulunması normaldir. İlk insan Adem’in yaratılışı, İslami anlatılarda, Kuran’ın çeşitli ayetlerinde, hadislerde yer alır. Bu unsurlarla Altay ve Yakut anlatıları arasında benzerlikler bulunur. Özellikle Adem’in kaburga kemiğinden Havva’nın yaratılmasında olduğu gibi. Bu durum Hıristiyanlık ve İslamiyet’in Şamanlığa etkisi olarak yorumlanır. Fakat bu durum tersi de olabilir. Hadislerde, Allah, Adem’i yaratmak için gerekli olan toprağı almak üzere dünyaya, önce Cebrail’i, sonra da Azrail’i gönderir. Azrail’in getirdiği çeşitli renklerdeki toprak, su ile karıştırılıp kırk yıl bekletilir, sonra da Allah ona başından ruh üfler.[19]
Orta Asya’da ki çeşitli topluluklardan derlenen mitolojik anlatılarla Ebulgazi Bahadır Han’ın Şecere-i Terƒkime adlı eserinde Adem’in yaratılmasıyla ilgili bölümde benzerlikler görülür. “Yüce Tanrı meleklere, “topraktan insan yapıp can vererek yeryüzünde kendi yerime halife bırakacağım” deyince melekler, “Onlar yukarıdaki döşek ile aşağıdaki döşeği zapt edemezler (gökyüzünü ve yeryüzünü tutamazlar). O yüzden sana asi olurlar, yoktan yaratman daha iyidir” dediler. Yüce Tanrı “siz benim bildiğimi bilmezsiniz, gidin topraktan bir kişinin suretini yapın” dedi. Azrail Tanrının emriyle yeryüzündeki her türlü topraktan alıp Mekke-i Muazzama ile Taif’in arasında toprağı balçık haline getirip Adem’in şeklini yaptılar. (Aradan) birkaç yıl geçtikten sonra Yüce Tanrı ona can verdi ve bin yıl bu dünyada durdu. Adem Arapça’dır. Arap(lar) deriye adem der, her şeyin dışına deri derler. Melekler toprağı, yeri kazıp içinden almadılar, dışında alıp Adem’in şeklini yaptılar. Onun için Adem dediler. Onların cennete gidenleri, oradan çıkanları ve yeryüzündeki yaşayanlarının hikayeleri halk içinde meşhurdur (halk arasında bilinir). Onun için anlatmadık.”[20]
Bu alıntıda yer alan, tanrının insan yaratıp yeryüzüne kendisinin temsilcisi olarak bırakmak istemesi, insanın topraktan ve sudan (balçıktan) yaratılması, tanrının ona can vermesi, toprağın yüzüyle, insanın derisinin vurgulanması Şaman inanışlarını yansıtan Altay ve Yakut anlatılarıyla benzeşir. Hun, Göktürk ve Uygurların türeyişleriyle ilgili anlatılarda ise özellikle hayvan, ağaç, dağ ve ışık unsurlarının önemli bir yere sahip olduğu görülür.
Hayvan Ata/Ana
Çin kaynaklarında, sonradan Göktürk ve Uygur devletlerini kuracak olan Kao-çıların kurttan türeyişiyle ilgili efsane şöyledir: “Kao-çı Kağan’ının çok akıllı iki kızı varmış. (Bazı kaynaklar üç kızı vardı, diyorlar). Bu kızlar o kadar akıllı ve o kadar iyi imişler ki, babaları şöyle bir karara varma zorunda kalmış. Kağan demiş ki: “Ben bu kızları, nasıl insanlarla evlendirebilirim! Bunlar o kadar iyi ki, bu kızlar ancak Tanrı ile evlenebilirler!” Bunu diyen Kağan, kızlarını alarak götürmüş ve bir tepenin başına koymuş. Burada kızları, Tanrı ile evlensinler diye beklemiş. Kızlar bu tepede Tanrıyı bekleye durmuşlar. Aradan epey zaman geçmiş. Ama ne Tanrı gelmiş ve ne de onlarla evlenmiş, Kızlar böyle bekleşe dururlarken, tepenin etrafında, ihtiyar ve erkek bir kurt görünmüş. Kurt, tepenin etrafında dolaşmağa başlamış ve bir türlü de, orasını bırakıp gitmemiş. (Küçük) kız kurdun bu durumunu görünce şüphelenmiş ve kardeşine: “İşte bu kurt Tanrının ta kendisidir. Ben inip, onunla evleneceğim,” demiş. Kardeşi, gitme diye ısrar etmiş ama kız dinlememiş. Tepeden inerek kurtla evlenmiş ve bu suretle Kao-çı halkı, bu hükümdarın kızı ile kurttan türemiş.” Ögel, bu metinde yer alan kurdun erkek, diğer Göktürk efsanelerinde ise dişi olduğunu belirtir. Kutsal bir dağda türeyişin gerçekleşmesi unsurunun da ortak motif olduğunu yazar.[21]
Göktürklerin türeyiş efsanelerinde kurdun koruyucu ve doğurucu bir işlev üstlendiği, mağaranın ise türeme yeri olduğu anlaşılır. Chou sülalesinin resmi tarihinde yer alan, Göktürklerin birinci türeyiş efsanesi şöyledir: “Göktürkler (T’u-chüeh), eski Hun’ların (Hsiung-nu) soylarından gelirler ve onların bir koludurlar. Kendileri ise, A-şi-na (A-shih-na) adlı bir aileden türemişlerdir. (Sonradan çoğalarak), ayrı oymaklar halinde yaşamağa başladılar. Daha sonra Lin adını taşıyan bir memleket tarafından mağlup edildiler. (Mağlubiyetten sonra Göktürkler), bu memleket tarafından, soyca öldürüldüler. (Tamamen öldürülen Göktürkler içinde), yalnızca on yaşında bir çocuk kalmıştı. (Lin memleketinin) askerleri, çocuğun çok küçük olduğunu görünce, (ona acımışlar ve) onu öldürmemişlerdi. Yalnızca çocuğun ayaklarını kesmişler ve bir bataklık içindeki otlar arasına bırakarak (gitmişlerdi). (Bu sırada) çocuğun etrafında dişi bir kurt peyda oldu ve ona et vererek (çocuğu) besledi. Çocuk, bu şekilde büyüdükten sonra da, dişi kurtla karı-koca hayatı yaşamaya başladı. Kurt da çocuktan bu yolla gebe kaldı. (Göktürkleri mağlup eden ve hepsini kılıçtan geçiren Lin memleketinin) kralı, bu çocuğun hala yaşadığını duydu ve onun da öldürülmesi için askerlerini gönderdi. Çocuğu öldürmek için gelen askerler, kurtla (çocuğu) yan yana gördüler. Askerler kurdu öldürmek istediler. Fakat kurt (onları görünce) hemen kaçtı ve Kao-ch-ang (Turfan) memleketinin kuzeyindeki dağa gitti. Bu dağda, derin bir mağara vardı. Mağaranın içinde de büyük bir ova bulunuyordu. Ova, baştan başa ot ve çayırlarla kaplı idi. Çevresi de birkaç yüz milden fazla değildi. Dört yanı, çok dik dağlarla çevrili idi. Kurt, kaçarak bu mağaranın içine girdi ve orada on tane çocuk doğurdu. Zamanla bu on çocuk büyüdüler ve dışarıdan kızlar getirerek, onlarla evlendiler. Bu suretle evlendikleri kızlar gebe kaldı ve bunların her birinden de bir soy türedi. (İşte Göktürk devletinin kurucularının geldikleri), A-şi-na ailesi de (bu On-boy’dan) biridir. Onların oğulları ve torunları çoğaldılar ve yavaş yavaş yüz aile haline geldiler. Birkaç nesil geçtikten sonra, hep birlikte mağaradan çıktılar. Ju-ju’lara (yani Juan-juan devletine) tabi oldular. Altay (Chin-shan) eteklerinde yerleştiler. Bundan sonra da Juan-juan Devletinin demircileri oldular…”[22]
Çin kaynaklarında, Büyük Hun Devletinde kutsal bir ata mağarasının bulunduğu yer alır. Göktürklerde de ata mağarasının bulunduğu yine Çin kaynaklarında tespit edilmiştir. Ögel, Kırgızların, kendilerini kurttan türeyen Türklerden ayırmak için ilk atalarının ata mağarasında bir inekle yaşadığını ve Kırgızların bu ilk ata ile inekten türediklerini anlatan efsaneden bahseder.[23]
Göktürklerin ikinci türeyiş efsanesinin birincisinden farkı, düşmanların geldiğini önceden haber alan kutsal bir ruha sahip olmasıdır.[24]
Chou sülalesinin resmi tarihinde yer alan, Göktürklerin üçüncü türeyiş efsanesi, Göktürklerin tarihi gibidir. Diğer efsanelerde olduğu gibi Göktürklerin ataları olan on sekiz kardeşten İ-ci Ni-su-tu adlı olanı kurttan doğmuştur. İ-ci Ni-su-tu, yağmuru yağdırmak, rüzgar estirmek gibi olağanüstü güçlere sahiptir.[25]
Bir Kırgız efsanesinde ise avcı doğan kuşundan hamile kalma yer alır: “Kırgız kabilelerinden birinin bir atası ve bu atanın da üç karısı varmış. Bu üç kadından en küçüğü, gece uyurken bir rüya görmüş. Çadıra bir avcı doğan gelmiş ve yatağının etrafında uçarak dolaşmış. Sonra da nasıl olmuşsa gebe kalmış. Bu Kırgız kabilesini idare eden reislerin hepsi de, bu küçük kadının soyundan gelirlermiş.”[26]
Seroşevski’nin Yakutlardan derlediği bir efsanede kartaldan türeyiş anlatılmıştır. Efsanenin özeti şöyledir: “Yakut Türklerinin inanışlarına göre Şamanlar, yeryüzüne bir kartal tarafından getirilirlerdi. Onlara göre, Şaman olacak bir çocuğun ruhu, çocuk daha doğmadan bir kartal tarafından yenirdi. Bu ruhu yiyen kartal, bundan sonra güneşli bir bölgeye göç ederdi. Ortası büyük bir çayırlıkla kaplı olan bu bölgede, güneşin ışıkları solmaz ve her zaman pırıl pırıl parlarmış. İneklerin ilk defa süte geldiği yer de, yine bu çayırlık alan imiş. Tam bu çayırların ortasında ise, kırmızı bir çam ile, bir gürgen veya bir de kayın ağacı varmış. İşte bu kartal, bu ağaçların üzerine gelir ve yumurtasını bıraktıktan sonra gidermiş. Yumurta, bir süre ağaçların üzerinde kaldıktan sonra yarılır ve içinden bir çocuk çıkarmış. Ağaçların altında da bir beşik bulunurmuş. Çocuk, yumurtadan çıkar çıkmaz, hemen bu beşiğin üzerine düşer ve orada büyümeğe başlarmış. Yakutların inanışına göre, iyi Şamanlar kırmızı çam üzerindeki yumurtadan; kötü şamanlar ise, gürgen ağacı üzerindeki yumurtalardan çıkarmış. Yumurtadan çıkan bu Şamanlar, tabii olarak hayatları süresince, “Kartal-Ana”ları tarafından korunurlarmış. Bu kartal, onların her işlerinde büyük yardımcı olurmuş.”[27]
Burada hayvan ana olarak görülen kartalın yanında, ağaçlar da önemli görev üstlenirler. Çocukların yumurtadan çıktığı yer olduğu için ağaçlar, adeta ikinci annelik yaparlar. Hayvanlarda türeme sadece Türklerde değil, onlara yakın olan diğer topluluklarda da görülür. Mesela proto-Moğolların, köpek ve domuz ataları vardır. Cengiz Han’ın ataları, dişi beyaz geyikten türerler. Macar kralı Almos’un annesinin doğan’dan hamile kaldığı anlatılır.[28]
Ağaç Ata/Ana
Ağaçlar, hem dünyanın eksenini oluşturmak hem de türenilen ata/ana olmak açısından kutsallığa sahiptirler. Bir Çin kaynağında yer alan, Uygurların türeyiş efsanesinde de bunu görürüz: “Barçuk-Art Tigin, bir “Iduk-Kut”dur. Turfan’(daki Uygur devletinin Kağanlarına) “Iduk-Kut” derlerdi. Onların ataları da, eski Uygurların yerlerinde otururlardı. (Uygurların bu eski yurtlarında), Kara-Korum adlı bir dağ vardı. Bu dağdan iki nehir çıkardı. Bu nehirlerden birine Selenge ve diğerine de Tola adı verilirdi. Bir gece, bu iki nehir arasındaki bir ağaç üzerine kutsal bir ışık inmişti. Halk bu ışığı görünce (hemen toplanmış) ve bu ağacı beklemeğe başlamışlardı. (Bu ışık indikten sonra) ağaçta bir şişkinlik peyda olmuş ve ağacın gövdesi, tıpkı gebe bir kadının karnı gibi şişmişti. Gökten ışığın inmesi durmamış ve her akşam devamlı olarak (ağacın üzerine) inmeğe başlamıştı. Dokuz ay ve on gün geçtikten sonra, ağaçtaki bu şişkinlik çatladı ve (ağaçtan), tıpkı dünyadaki insanlar gibi beş çocuk doğdu. Bu çocuklardan en küçüğünün adı Bögü-Han idi. Kendisinin çok yüksek bir kişiliği vardı. Memleketini çok iyi idare edebiliyor ve ayrıca ziraat işleri ile de meşgul oluyordu. Bu suretle kendisi Uygurların Kağanı oldu. Kendisinden sonra gelen 30 dan fazla soyu da, Uygurların başında kaldılar.”[30]
Metinde görülen gökten ışık inmesi, Uygurların Bögü-Kağan zamanında (M.S. 763) kabul ettikleri Mani dini etkisiyle yer almaktadır. Şamanizm’de de gökten ışık inmesiyle ilgili motiflere rastlanır. Cengiz Han’ın atalarından Alan-Koa’nın da üzerine ışık inerek onu hamile bırakmıştır.[31]
Fakat burada önemli olan husus, ağacın tarımla birlikte önem kazanmasıdır. Metinde ağaçtan
doğan Bögü Kağan’ın tarımla uğraştığı belirtilmektedir. Burada ağacın annelik görevi üstlenmesi, hem ağacın hem de doğuran kadının, tarım toplumlarındaki yeriyle ilgili bir kutsallık söz konusudur. Altay ve Yakut Türklerinde kayın ağacı kadar Karaçam da önemlidir. Yakutların Er Sogotoh destanında ağaçtan türeme motifi görülür. “İlk insan, nereden geldiğini düşünmüş ve bu konuda gün geçtikçe kafasını yormaya başlamış. Nasıl doğdum, nasıl dünyaya geldim diye, hep düşünür gezermiş. Artık bir gün kendi kendine şöyle söylenmeğe başlamış: “-Eğer gökten düşseydim, o zaman kar ve buzla örtülü ve buzdan bir adam olurdum. Güney, kuzey, doğu veya batı yönlerinden birinden gelseydim, o zaman ben de ağaç ve çayırların izleri ve bunlar da rüzgarla uçuşurdu. Yok yerin en derinliklerinden gelseydim, elbette ki o zaman çamur ve toz içinde kalırdım!” İlk insan işte böyle düşüne düşüne kala kalmış. En sonunda şu karara varmış. Demiş ki, beni doğursa doğursa, yine Büyük Ana Kübey Hatun doğurmuş olmalıdır. Çünkü onun içinde bulunduğu ağacın göğsünden sütler akar. Bu sebeple ilk insan Hayat ağacının karşısına gitmiş ve şöyle demiş: “Beni doğuran ana sen olmalısın! Beni yaratıp meydana getiren sen olmalısın!” Ağaç ilk insana, ilk insan da ağaca bakmış ve sonunda adam, bu ağacın kendi annesi olduğunu anlamış ve şöyle demiş: “Ben yetim bir çocuk iken, sen beni büyüttün! Ben küçük bir çocuk iken, sen beni adam ettin!””[32]
Oğuz Kağan destanında da, Oğuz Kağan’ın ikinci karısı bir ağaç kovuğunda onun karşısına çıkar. Ondan doğan çocuklara da yerle ilgili isimler verilir.
Dağ Ata/Ana
Türeyişle ilgili anlatılarda dağ ve mağara unsurunun birleştiği görülür. Mağara, ana rahmi işlevi üstlendiği için dağ da doğurganlık özelliği kazanmış olur. Ayrıca Altay’da dağla akrabalık bağı kurulduğuyla ilgili tespitler yapılmıştır. Altaylı Çabatların kendilerinin dağdan çıktıklarına inanırlar, dağla soy arasında kan akrabalığı kurulur. Potapov, bu şekilde yapılan dağ kültü açıklamalarının, totemizme dayandırıldığını belirtir. Potapov’a göre, bu konuya soylardaki mülk anlayışıyla bakmak gerekir: Soy dağı, hem soyun koruyucusu hem de soya bağlı toprağın, memleketin yansımasıdır. Stenberg ise dağ kültünün oluşumunu yağmurun oluşum sürecine bağlar. Çünkü, göğe ulaşan dağın zirvesinde bulutlar toplanır, şimşekler çakar. Böylelikle çiftçilikte üretim için gerekli olan yağmur yağar. Dağ kültü, böylelikle totemik izler, üretim ve mülkiyet ilişkileriyle açıklanmış olur.[33]
Türk Memlük türeyiş anlatısında Ay Atam ve eşi Ay-va, Karadağ’daki bir mağarada insan haline gelirler. Öldükleri zaman da çocukları, onları bu dağdaki mağaraya yerleştirirler. Dırenkova’nın yayınladığı bir Şor anlatısında, Alaş ve Palaş, Kobıy soyunun ataları olduğu, onların Ordo Dağı’ndan çıktıkları anlatılır.[34]
Dağ, dünya ağacının değişik bir şeklidir. Kozmik yapının da eksenidir. Bu yüzden yaratıcı bir enerjiyi de içinde barındırır.
Babasız Türeme
Türk ve Moğol mitolojisinde babasız türemeyle ilgili anlatılar, Hıristiyanlık’ta bakire Meryem’den doğan İsa’nın tanrının oğlu kabul edilmesiyle ilgili inanışlarla bağlantılıdır.[35]
Aslında babasız türemeyle vurgulanan olağanüstü kahramanın olağanüstü doğumudur. Böylelikle bu kahramanın ruhu tanrısal bir kaynağa dayandırılmaktadır. Onun yaptıkları da insanüstü bir güçle izah edilmiş olur. Tölös, Mundus ve Koçkar-Mundus boylarının türeyişinin anlatıldığı Altay efsanesinin özeti şöyledir: Büyük bir savaştan kaçan bir kız canını kurtarmak için bir yurda sığınır. Burada birisiyle evlenir fakat gebe olduğu anlaşılır. Kiminle evli olduğu, çocuklarının babasının kim olduğu sorulunca da şunları söyler: “Savaştan sonra, annem ve babamdan ayrı düşmüş ve bozkırlarda yürümeğe başlamıştım. Her tarafı dolaşıp, yiyecek bir şey arıyordum. Ama hiçbir şey de bulamıyordum. İşte tam bu sırada gökten büyük bir yağmur boşandı ve her taraf su içinde kaldı. Bunu görünce, ben de kendimi korumak için hemen bir yere saklandım. Az sonra yağmur durmuştu. Tam bu sırada yerde bir buz parçası gördüm. Bu buz da, yağmur ile beraber yere düşmüştü. Buz yuvarlanıp da yanıma gelince, buzu aldım ve elimle kırdım. Baktım ki, içinde iki tane buğday tanesi var. Karnım da zaten iyice acıkmıştı. Bu buğday tanelerini ağzıma attım. Taneleri ağzıma atınca, karnımda birden tuhaf bir şeyler hissettim. Sanki karnımda iki çocuk var gibiydi.” Kadının yeni kocasından da bir oğlu olmuş. Kadının buz parçasındaki tanelerden olan iki çocuğunun adı, Koçkar-Mundus ve Mundus olmuş. Koçkar- Mundus adı, koçu başından ikiye ayıracak derecede güçlü olduğu için ve Mundus adı da, Buz-Han’ın neslinden sayıldığı için verilmiştir. Öbür çocuk ise deveyi güttüğü, deveye töö dendiği için Tölös adını almıştır.[36]
Yakut Tanrıları
Antropogonik anlatıların dışında teogonik (tanrılar sistemi) yapı içinde de annelik işlevi üstlenen çeşitli tanrılar, kutsal ruhlar da bulunur. Yakutlara göre Uluu Suorun Toyon, insana can verir. Şaman olacak insanları da tayin ettiğine inanılır. Cılğa Haan Toyon ve Tanha Haan Toyon, insanın doğmasından itibaren kaderine hükmederler ve yazarlar. Ayııhıt (Ayııhıt Hotun) ve İeyehsit, çocukların doğmasını, hayatın devam etmesini, iyi davranmayı sağlarlar, insanlara akrabalık bağı verirler.[37]
Bunlar Ana Maygıl, Ak Ene, Umay adlarıyla anılan ruhlar gibi, doğumu kolaylaştıran, bebek ve anneyi Albıs, Al Karısı’ndan koruyan ruhlardır.
Ana Maygıl, Akene
Akene (Ak Ana) adlı tanrı, Verbitskiy’nin derlediği Altay Yaratılış Miti’nde geçmektedir. O, tanrı Ülgen’e yaratma ilhamını veren bir tanrıdır:
“Bir Ak-Ana (Ak-Ene) var idi, yaşardı su içinde, Ülgen’e şöyle dedi, göründü su yüzünde:
Yaratmak istiyorsan, sen de bir şeyler Ülgen, Yaratıcı olarak, şu kutsal sözü öğren! De ki hep,
“Yaptım oldu!” Başka bir şey söyleme! Hele yaratır iken, “Yaptım olmadı!” Deme! Ak-Ana
bunu dedi, sonra kayboluverdi, Denize dalıp gitti, bilinmez noluverdi.”[38]
Ana Maygıl ise ulusu koruyan bir dişi ruhtur; ulus anası da denir.[39]
Umay
İnsanın doğumu ve büyümesiyle ilgili Umay adlı bir ruhtan bahsedilir. Bunun ilk izlerine Orhun
abideleri’nde rastlarız. Umay, Kül Tigin abidesi’nin doğu cephesinde, doğum ve büyümeyle ilgili olarak şu şekilde geçer: “Umay teg ögüm òatun òutıija inim Kül Tigin er at buldı.”[40]
“Umay gibi annem hatunun devletine, küçük kardeşim Kül Tigin er adını aldı.”[41]
Burada Kül Tigin’in, yararlı bir iş, yiğitlik yapıp erginlik adını alana kadar Umay tarafından
korunduğundan bahsedilmektedir.[42]
Divanü Lugati’t-Türk’te ise bu kelimenin anlamı şu şekilde verilmiştir: “Doğum yaptıktan sonra
kadının rahminden çıkan bir şey [plasenta]; bu bir keseye benzer ve “çocuğun rahimdeki eşi” olarak adlandırılır. Şu atasözünde