Büyük Hun Devleti

Yazılı belgelere dayanan Türk tarihi, Hunlar ile başlar. Hunlardan çok önce Çin’de, Hindistan’da, Mezopotamya’da ve Anadolu’da Türk kültürünün izlerine rastlanmış ise de, Türklüğün eski çağlarına dair araştırmalar henüz tamamlanmış ve kesin bir sonuca ulaştırılmış değildir. Fakat eski medeniyetlerden kalan dil örnekleri (misal Sümerce), bu medeniyetleri yaratan kavimlerin Orta Asya kökenlerine dair sağlam deliller oluşturmaktadır.

Hunlar, tarih sahnesine teşkilatlı ve güçlü bir devlet olarak çıkmışlardır. Hun Devleti’nin ne zaman kurulduğu kesin olarak tespit edilememiştir. Eski Çin tarihçileri, M.Ö. XIV-IV. yüzyıllar arasında bazen büyümüş, bazen parçalanıp küçülmüş bir Hun Devleti’nin varlığından söz ederlerse de, bu dönemi aydınlatacak tarihi belge bulamamışlardır.1

Tarihin erken dönemlerinde Çinliler, kendi kabuğunun dışına çıkamayan ve kendi devletlerinden başka devlet tanımayan bir millet idiler. Onlara göre Çin, bir “Orta Devlet” (Chung-kuo) idi. Bu devletin etrafı da “barbar” ve düşman kavimlerle çevriliydi.2 Bundan dolayı Çinliler, uzun süre ülkelerinin kuzeyinde bulunan kavimleri birbirinden ayırmaya bile lüzum görmemişler, hepsini “Jung, Ti, İ, Man, Hu” gibi genel isimlerle anmışlardır.

Çin yıllıklarının kesin kayıtlarına göre, Hunlar, ilk defa M.Ö 318 yılında devletlerarası mücadelelere katılmaları dolayısıyla görülür. Onlar, bu tarihte dört Çin beyliği (Han, Chao, Wei, Ch’u) ile bir ittifak kurarak, başka bir Çin beyliği olan Ch’in’e (Çin) saldırmışlardır.3 Bu olay bize, M.Ö. IV. yüzyılın sonlarından itibaren devletlerarası ilişkilerde yerini almış, güçlü bir Hun Devletinin bulunduğunu göstermektedir. Bu sırada, Hun Devleti’nin merkezi Orhun ve Selenga nehirlerinin kaynak havzası olan Ötüken ormanı (Ötüken yış) idi. Adları, Çin Yıllıklarında “Hsiung-nu” şeklinde söylenmekteydi. “Hsiung-nu” sözü de, “kavim, halk, topluluk” anlamına gelen Türkçe “Kun” veya “Kün” (Hun) kelimesinin4 Çince söylenişi idi. Çünkü Çinlilerin Hsiung-nu şeklinde yazıp söyledikleri bu topluluğun adı, Soğdça metinlerde ve Batı kaynaklarında genellikle “Hun” şeklinde yazılmıştır.5

M.Ö. 1050-247 yılları arasında Çin Devleti’ni, soyca Türk olan Chou (Cov) hanedanı temsil ediyordu. Chou Devleti, merkeze şeklen bağlı derebeyliklerden meydana geliyordu. Bu yüzden Chou Devleti kendi içinde bir bütünlük arz etmiyordu. Derebeyliklerin sayısı da gittikçe artıyordu. M.Ö. 500 yıllarında Çin’deki derebeylik sayısı 1000’e ulaşmış bulunuyordu. Derebeylerin hepsi, Chou imparatorlarına karşı bağlılık hislerini tamamen kaybetmiş durumdaydı. Chou hanedanının da bunlar üzerinde hiçbir otoritesi kalmamıştı. Daha doğrusu Chou hanedanı, bunları itaate zorlayacak askeri bir güce sahip değildi. Her biri, bir devlet başkanı gibi müstakil hareket ediyordu. Bu durum Çin’deki siyasi istikrarı bozmuş ve derebeylikler arasında asırlarca sürecek hakimiyet ve üstünlük mücadelesine yol açmıştır. M.Ö. 481-256 yılları arası Çin’de iç mücadelenin en yoğun olduğu bir dönemdir. Tarihçiler bu döneme, “savaşçı devletler devri” adını vermişlerdir. Bu dönemde Çin derebeylikleri arasındaki hakimiyet ve üstünlük mücadelesi, genellikle kuzey-güney ekseni ile doğu- batı ekseninde yer alan derebeylikler arasında cereyan etmekteydi.6

Çin derebeylikleri arasında meydana gelen hakimiyet ve üstünlük mücadelesi, Çin’in siyasi bütünlüğü açısından müspet sonuç vermiştir denilebilir. Zira, derebeyliklerden bazıları, komşu yüzlerce derebeyliği ortadan kaldırmak ve topraklarını ilhak etmek suretiyle güçlü birer krallık haline geldiler. Böylece, M.Ö. III. yüzyılın ikinci yarısına doğru Çin’deki devlet sayısı 14’e, daha sonra da 7’ye inmiştir. Bu devletlerarasında en güçlüleri Kuzey Çin’de ortaya çıkmıştır. Bunlar, “Yen, Ch’in (Çin) ve Chao (Cav) ” devletleridir.

Kuzey Çin’de ortaya çıkan devletler sadece kendi aralarında değil, aynı zamanda Çin’in kuzeyindeki kavimlerle de mücadele etmişlerdir. Çünkü, Kuzey Çin’deki iç mücadeleye, Çin’in kuzeyinde bulunan kavimler de karışmışlardır. Esasen Çin tarihinde en çetin savaşlar, Kuzey Çin’deki devletlerle kuzey kavimleri arasında cereyan etmiştir. Çin’in kuzeyinde “Hien-yün veya Hun-yü” adıyla anılan Hun Türklerinin ataları bulunuyordu.

 

A. Hun-Çin Mücadelesi ve Sonuçları

Hun ekonomisi büyük ölçüde hayvancılığa dayanıyordu. Tarım ve diğer ekonomik faaliyetler az denecek kadardı. Hayvanlardan elde ettikleri ürünler ise, Hunlara uzun süre geçinmeleri için yetmiyordu. Daha başka ürünlerle desteklenmesi gerekiyordu. Öte yandan, Çin ülkesi tarım ürünlerinin bolluğu ve çeşitliliği bakımından son derece geniş imkânlar sunmaktaydı. Bunu fark eden Hunlar, gözlerini Çin üzerine çevirdiler. Onlar, yaşayabilmek ve geçinebilmek için Çinlilerin birikmiş mallarını ve servetlerini ellerinden almak zorundaydılar. Böylece Hunlar, ekonomilerinin eksiğini, sık sık düzenledikleri akınlarla Çin’den temin etme yoluna gitmişlerdir. Üstelik, Çinlilerin kolay bir av oluşu, Hun Türklerini bu akınlara özendirmiş ve teşvik etmiştir.

Hunlar bununla da kalmamışlar; Çin’in en verimli bölgesi olan “Sarınehir” (Huang-ho) havzasını ele geçirip, akınlarını Çin ülkesinin derinliklerine kadar uzatmışlardır. Bu durum, sonu gelmez Hun-Çin mücadelesine yol açmıştır. Bu mücadele de gittikçe şiddetlenerek, Çinlilerin en büyük meselesi haline gelmiştir.

Diğer taraftan, Hun akınları Çin ülkesi için büyük bir yıkım olmuştur. Gerçekten de Hun akınları yüzünden Çin halkının uğradığı zararlar çok büyüktür. Artık, sınır bölgelerinde ziraat yapılamaz ve ürün alınamaz olmuştur.7 Halk perişandır. Bu durum halkın yakınmalarına ve dövünmelerine sebep olmuştur. Çin yıllıklarındaki muhtasar bilgilerden az da olsa bu tür huzursuzlukların yankılarını bulmaktayız. Özellikle bu döneme ait halkın acı feryatları şiirlere yansıyarak, günümüze kadar gelmiştir. Bu ağıtların birinde halk şöyle feryat ediyordu: “Ne evimiz kaldı ve ne de yurdumuz. Bu, Hunlar (Hien-yün) yüzündendir. Hunlara ve böyle bir tehlikeye karşı niçin tedbir alınmadı.”8 Bu bilgiden çıkan sonuç şudur:

Kuzey Çin Hun akınlarının açık hedefi haline gelmiştir. Daha da kötüsü, Kuzey Çin’de Hun akınlarının ve yağmalarının yapılmadığı yer kalmamıştır. Bu durum karşısında Çin devlet adamları yetersiz ve çaresiz kalmışlardır.

Kendi kabuğuna çekilmiş ve kendi devletinden başka devlet tanımamış olan Çinliler, Kuzey Çin’i ele geçirerek, hayatlarını ve ekonomilerini alt üst eden kavimleri daha yakından tanımaya mecbur olmuşlardır. Daha doğrusu, düşmana galip gelebilmek için onu daha yakından tanıma lüzumunu hissetmişlerdir. Sonunda Çinliler, bu akınların düzensiz, dağınık kütleler tarafından rastgele yapılan akınlar olmadığını, aksine mükemmel bir teşkilata ve iyi eğitilmiş düzenli bir orduya sahip bir kavim tarafından yapıldığını anlamışlardır. Bu kavim de, Çinlilerin daha önce çeşitli adlar altında andıkları “Hun” (Hsiung-nu) Türkleri idi.

Hun-Çin mücadelesi, hem Türk hem de Çin tarihi bakımından önemli gelişmelere yol açmıştır. Bu gelişmeleri şu şekilde belirlemek mümkündür:

1-) Hun-Çin mücadelesinin etkisi en çok Çinlilerin dünya görüşü üzerinde olmuştur. Çünkü Çinliler, daha önce kendilerine benzemeyen ve kendilerinden olmayan kavimleri “barbar” saymışlar ve haklarında bilgi sahibi olmaya bile ihtiyaç duymayarak, hepsini aynı ad altında anmışlardır. Kuzey Çin’i hedef alan Hun akınları, bu durumu temelinden değiştirmiştir. Artık Çinliler, ülkelerini ele geçiren ve tahrip eden kavimleri daha yakından tanımak ve onlar hakkında bilgi edinmek zorunda kalmışlardır. Böylece dış dünyaya açılan Çinlilerin dünya görüşleri de, esaslı bir şekilde değişmeye ve genişlemeye başlamıştır.

2- ) Çinliler, Hun akınlarını durdurabilmek için büyük emek ve sermaye harcayarak, “Çin seddi” adıyla anılan dünyanın en büyük savunma sistemini meydana getirmişlerdir. Dünyanın hiçbir yerinde ve devletinde, savunma amacıyla yapılmış böylesine muazzam seddin bir benzeri ve örneği dahi bulunmamaktadır. Bu da, zamanın en güçlü, en mükemmel ve en süratli ordusunun Hunlar tarafından eğitilmiş olduğunu gösterir. Öte yandan, Çin seddi ile birlikte Çinliler arasında ilk defa devlet sınırı fikri doğmuş ve gelişmiştir. Ayrıca, bu surlar, Çinliler için hem güvenlik hem de ekonomik bakımdan çok büyük yararlar sağlamıştır.

3- ) Çinliler, son derece muhafazakar bir millet olmalarına rağmen, Hun akınlarını durdurabilmek ve Hunları sınırlarının ötesine atabilmek için tarihlerinde ilk defa ordularının giyim ve silahlarında köklü bir reform yapmışlardır.

4- ) Çinli komutanlar, Hunlara karşı yaptıkları her seferin düzenli raporlarını yazmışlar ve bunları ilgili devlet görevlilerine teslim etmişlerdir. Çin devlet arşivinde toplanan bu resmi belgeler, daha sonra Çinli tarihçiler tarafından alınıp düzenlenmek suretiyle Çin Yıllıkları meydana getirilmiştir. Bu yıllıklar, hem Hun hem de Çin tarihi bakımından son derece önemlidirler. Zira, Hunlardan bize kendi dillerinde yazılı belge kalmamıştır. Biz bugün, Hun tarihinin önemli bir kısmını Çin Yıllıkları vasıtasıyla öğrenebilmekteyiz.9

Burada savunma sistemi ve reformlar üzerinde biraz daha durmak gerekir. Çünkü, hem Hun hem Çin tarihinin akışı üzerinde bu faaliyetlerin başlıca rolü bulunmaktadır:

Hun akınlarının önemini ilk kavrayan ve bu hususta köklü tedbirlere başvuran Çin Chao (Cav) Kralı Wu-ling’dir (M.Ö. 325-298). Chao Devleti, Kuzey Çin’de, Tai bölgesinden Kansu bölgesine kadar uzanan Sarınehir (Huang-ho) havzasına hakim bir devlet idi. Yani, Hun Türkleri ile sınır komşusu idi. Bu yüzden Chao Devleti’ne ait topraklar Hun akınlarının ilk hedefi durumundaydı. Chao Kralı Wu-ling, Hun akınlarını durdurabilmek ve Hunları sınırlarının ötesine atabilmek için Tai bölgesinden başlayıp Yin-şan sıradağları10 boyunca devam eden büyük bir sur inşa ettirdi. Sınır boylarının boşaltılmaması ve Hunlara terk edilmemesi için “Yün-cung, Yen-men ve Tai” gibi “sınır eyaletleri” kurdurdu. Ayrıca, sınır güvenliğini sağlamak için de bir ordu görevlendirdi.11

Chao Devleti’nin savunma faaliyetlerine Ch’in Devleti büyük bir gayretle devam etti. Çünkü, Chao Devleti’nin yaptığı surlar ve diğer tedbirler Hunları sınırlarda durdurmak için yeterli olmamıştı. Birçok derebeyliği ortadan kaldırmak suretiyle Çin tarihinin en güçlü merkeziyetçi idaresini kuran Ch’in Kralı Shi-huang (M.Ö. 221-210), bütün güç ve enerjisini bu savunma faaliyetleri üzerinde topladı. O, tıpkı
Chao Kralı Wu-ling gibi büyük emek ve sermaye harcayarak, yeni surlar yaptırdı. Etrafı surlarla çevrili 44 yerleşim merkezi kurdurdu. Bölgeyi Çin nüfusu bakımından güçlendirmek için mahkumlardan askeri koloniler meydana getirdi. Hunları sınır boylarından uzaklaştırmak için de arka arkaya ordular gönderdi.12

Hun akınlarına karşı köklü bir diğer tedbir de Çin ordusunun giyim ve silahlarında yapılan reformdur. Bu reformu yapan Çin Chao Kralı Wu-ling’dir. Bilindiği gibi, Wu-ling Çin seddini inşa eden ilk hükümdardır. O, sadece surlar ile Hun akınlarının önlenemeyeceğini, ordunun giyim ve silahlarında yapılacak bir reformla bu tedbirin desteklenmesi gerektiğini anlamıştır. Fakat Wu-ling çok iyi biliyordu ki, Çin toplumunda reform yapmak, surların inşasından daha zor bir işti. Çünkü, Çinliler, geleneklerine sıkı sıkıya bağlı olup, son derece muhafazakar bir toplum yapısına sahip idiler. Bütün Çin’de Konfüçyanist Felsefe Okulu’nun katı ve muhafazakar görüşleri hakimdi. Buna karşılık az da olsa Hukuk Felsefe Okulu adıyla anılan reformcu bir grup vardı. Fakat bu grubun devlet idaresinde ve toplumda etkisi pek azdı. Öte yandan, Kral Wu-ling de muhafazakar ve gelenekçi bir görüşe sahipti. Fakat o, her büyük lider gibi duygularına esir olmamakta, akılcı hareket etmekteydi. Hunların üstünlüğünü giyim ve silahlarında görmekteydi. Düşmana, kendi silahıyla karşılık vermenin önemini kavramış bulunuyordu. Ona göre, Hunlar düşmandı, fakat aynı zamanda iyi bir örnekti. Wu-ling’in amacı, Hun giyim ve silahlarıyla ordusunu donatmak, bu orduyla Hunları yok etmek ve ülkelerini ilhak etmekti. Kral Wu-ling bu gaye ve düşüncelerle Çin tarihinin en köklü reformunu başlattı: Kral Wu- ling’in emri ile Çin ordusundaki manevra kabiliyeti sınırlı savaş arabaları hizmetten kaldırıldı. Yerine Hunlarınki gibi manevra kabiliyeti yüksek ve son derece hareketli atlı birlikler teşkil olundu. Askerlerin üzerindeki hareketi engelleyen ihram gibi az dikişli, bol ve uzun elbiseler çıkarıldı. Bunun yerine vücudu saran Hun pantolonları, çizmeleri ve başlıkları (börk) giydirildi. Beller de Hun kemerleriyle sıkıldı. Daha da önemlisi ordu Hun silahlarıyla donatıldı ve Hunların tarzında eğitimlere başlandı.13

Çin Chao ve Ch’in Devletlerinin gerek surlar yaptırmak suretiyle gerekse reform mahiyetinde aldığı muazzam tedbirler etkisini gösterdi. Hun orduları sınır boylarında durduruldu ve hatta sınırların ötesine atıldı. Hunlar, Kuzey Çin’deki Ordos gibi en iyi otlaklarını kaybettiler. Bu durum Hun ekonomisini oldukça sarstı. Daha da kötüsü, Hunlar açlık tehlikesi ile karşı karşıya geldiler. Nitekim Çin Yıllıklarında M.Ö. III. yüzyılın sonuna doğru Hunların komşuları arasında zayıf bir duruma düştükleri belirtilmiştir. Bu sırada Hunların doğu komşuları Tung-hular, güneybatı komşuları Yüe-çiler ve güney komşuları da Ch’in Devleti idi. Hunların başında da, “büyüklük ve genişlik” anlamında “Şan- yü” (veya Tan-hu) unvanını taşıyan Tuman (T’ou-man=Tuman=Duman) bulunuyordu. Tuman, güçlü komşu devletlerarasında adeta sıkışmış bir durumdaydı.14

 

B. Hun Hanedanını Sarsan İç Kriz

M.Ö. 210 yılında büyük Çin imparatoru Shi-huang’ın ölümü üzerine Ch’in Devleti’nde karışıklık başladı. Tuman, tarihin önüne çıkardığı fırsattan yaralanmasını bildi; hemen ordularını alarak, Kuzey Çin’e indi; eski otlaklarının bir kısmını tekrar elde etti.15 Çin ülkesinin içine doğru yaptığı akınlarla ekonomik durumunu düzeltti. Fakat, her şeyin iyiye gittiği bir sırada, Hun hanedanı ağır bir krizle sarsıldı. Bu kriz, Tuman ile oğlu ve veliahtı Mete (Mao-tun)16 arasında meydana gelmiştir. Daha doğrusu, Tuman oğlu Mete’den veliahtlık yetkisini alıp, yerine başka bir oğlunu getirmek istemiştir. Buna karşılık Mete de, bir darbe ile babasını bertaraf edip, Hun hükümdarı olmuştur. Bu olay, hiç şüphesiz Türk devlet geleneğinde büyük bir inkılaptır. Burada hemen belirtelim ki, Mete’nin hareketi bu inkılapla sınırlı kalmamıştır. O, uzun saltanatı boyunca Türk tarihinin en esaslı ve en kalıcı faaliyetlerini gerçekleştirmiştir. Kanaatimizce, Türk tarihine kalıcı damgasını vuran, etkilerini geniş bir mekan ve uzun bir zaman içinde devam ettirebilen bu dönemin yeniden ele alınması ve Çin yıllıklarının sağladığı destani nitelikteki bilgilerin yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir.

 

1. Mete’nin Yetiştiği Ortam

Eski Çin tarihçileri, Hun hükümdarları arasında Mete’nin hayatını ve faaliyetlerini öğrenmek için özel bir gayret göstermişlerdir. Bilindiği gibi, Hun tarihinin yazılı belgeleri Çinli komutanların resmi raporlarından ve verdiklerin bilgilerden oluşmaktadır. Kanaatimizce, eski Çin tarihçileri, Mete hakkında bilgi toplarken ilk defa resmi raporların dışına çıkarak, Hunların kendi bilgilerine de başvurmuşlardır. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, onlar, Mete’nin hayatına ve faaliyetlerine dair elde ettikleri bilgilerin büyük bir kısmını Hun halkının ağzından derlemişlerdir. Bundan dolayı bu bilgiler, olağanüstü motifler ve unsurlarla süslenmiş bir destan niteliğindedirler. Bundan da anlaşılıyor ki, Mete’nin bütün faaliyetleri Hun halkı tarafından o kadar çok beğenilmiş ve takdir edilmiş olmalı ki, onun hayatı ve faaliyetleri bir destan mantığı ve üslubu ile anlatılmıştır. Öyle ki, bu konuda gerçek tarihi olaylarla destani unsurlar birbirine karışmıştır. Bu yüzden Mete’nin hayatında bazı olağanüstü olaylar bulunmaktadır. Bu olağanüstü olayların arkasındaki gerçekleri anlamak son derece güçtür. Öte yandan kaynağın tek olması, mukayeseye de imkan tanımamaktadır. Ancak mevcut kaynak bilgisinin sıkı bir eleştiri ve mantık süzgecinden geçirilmesi ve yorumlanması ile Mete’nin gerçek tarihi kişiliği aydınlatılabilir. Biz de bu yola giderek, Çin yıllıklarının sağladığı bilgileri tarihi ışığında geniş bir yoruma ve değerlendirmeye tabi tuttuk. Başka bir ifade ile söylememiz gerekirse, destani unsurlarla dolu olan bu döneme yoğun bir gayretle açıklık ve kesinlik getirmeye çalıştık.

Burada şunu da belirtmemiz gerekmektedir: Türkiye’de Hunlar ve Mete hakkında yazmaya en ehil ve en donanımlı eski Türk tarihi uzmanı Bahaedddin Ögel’dir. Çoktan ebediyete intikal etmiş olan Bahaeddin Ögel, bize bu hususta anlaşılması zor, anlatımı karışık, geniş bilgi yığınından oluşan, milli duyarlılıkla yazılmış iki ciltlik bir kitap sundu. Bu kitaplar, Hunlar hakkında araştırma yapacaklar için, hiç şüphesiz, sağlam birer temel oluşturmaktadır.

Mete dönemine geçmeden önce, onun içinde yaşadığı ve yetişmesinde başlıca rolü olan ortamı belirtmemiz gerekmektedir: Kaynaklarda Mete’nin içinde yaşadığı ortam, dolayısıyla onun çocukluk ve gençlik hayatı hakkında pek az bilgi bulunmaktadır. Bu hususta ilk bilgiye, Mete’nin M.Ö. 187 tarihinde Çin imparatoriçesine yazdığı mektupta rast gelinmektedir. Bu mektubun bir yerinde Mete kendi hayatının ilk dönemine dair şöyle demektedir:

“Irmaklar ve göller arasında doğdum; geniş yaylalarda sığırlar ve atlar arasında büyüdüm; kendimi sık sık sınır boylarında buldum”.17

Bu ifadeden de anlaşılacağı üzere Mete, geniş yaylalarda yaşayan, hayvancılıkla geçinen ve akıncılık yapan göçebe bir topluluğun çocuğudur. Zira ifade de, göçebe hayatın temel unsurları ve faaliyetleri birer birer sayılmıştır. Bunlar; ırmaklar, göller, geniş yaylalar, hayvanlar ve eski Türk hayatında önemli bir yer tutan akınlardır. İşte Mete’nin hayatına hakim olan ve onun yetişmesinde rol oynayan bu unsurlar ve faaliyetlerdir. Daha doğrusu Mete’nin hayatını, içinde yaşadığı tabiat, hayvancılık ve akıncılık belirlemiştir.

Mete, özel adlarını vermeden ırmaklar ve göller arasında doğdum demektedir. Bunların Orta Asya’daki hangi ırmaklar ve hangi göller olduğunu kesin olarak bilebilmek mümkün değildir. Ancak, Mete’nin tarif ettiği yerin, Göktürk Devleti’nin merkezi olan Orhun nehri çevresi olması kuvvetle muhtemeldir. Burası hiç şüphesiz Hun hanedan ailesinin kışlık merkezi idi. Fakat Mete’nin çocukluk ve gençlik hayatının en önemli kısmı geniş yaylalarda sığırlar ve atlar arasında geçmiştir. Daha doğrusu Mete’nin hayatında kalıcı etki bırakan faaliyet, konar-göçerlilik (yaylacılık) ve akıcılıktır. Bu faaliyetler Mete’nin ufkunu son derece genişletmiş, ona üstünlük ve hakimiyet duygusu kazandırmıştır.

Mete’nin hayatının bu ilk döneminde yaylalarda sığır ve at güttüğünü düşünmüyoruz. Fakat onun, yaylalarda geçirdiği uzun yaz günlerinde her Hun çocuğu gibi, “koyunların sırtına binip farelere, gelinciklere, kuşlara, tilkilere ve tavşanlara ok atmak” suretiyle ilk atıcılık eğitimlerini yaparak18 kendisini yetiştirdiği muhakkaktır. Yine her Hun çocuğu gibi Mete’nin ilk silah eğitimi, bu çocuk oyunlarıyla sınırlı kalmamıştır. Onun iyi bir silahşor olarak yetişmesi için bazı Hun beyleri görevlendirilmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Bu beyler de hiç şüphesiz, Mete’ye ata binmenin, kılıç kullanmanın ve ok atmanın bütün tekniklerini ve inceliklerini öğretmişlerdir. Böylece Mete, çocukluk yaşından kurtulur kurtulmaz Çin’e yapılan akınlara katılmaya başlamıştır. Onun, kendini sık sık sınır boylarında buldum demesi bunu açıkça göstermektedir. Mete’nin bu akınlarda mevkiine uygun bir görev yaptığı ve önemli rol oynadığı muhakkaktır.

 

2. Şan-Yü Tuman’ın Oğlu Mete’ye Kurduğu Komplo

Çinli tarihçilerin Mete’nin gençlik hayatı hakkında toplayabildikleri en önemli bilgi, bir komplo olayının hikayesinden oluşmaktadır. Hun Hükümdarı (Şan-yü) Tuman’ın (Teoman) oğlu Mete’ye karşı düzenlediği komplo Çin yıllıklarında şöyle anlatılmaktadır:

“Tuman’ın adı Mete (Batur veya Bagatır) olan büyük bir oğlu vardı. Daha sonra o, kendisine bir oğlan doğuran özellikle sevgili bir hanım aldı. Artık o, Mete’yi ortadan kaldırmak ve yerine küçük oğlunu koymak istiyordu. Bu yüzden o, Mete’yi Yüe-çilere rehin olarak gönderdi. Mete, Yüe-çilerin yanında rehin bulunduğu sırada, Tuman ansızın onlara saldırdı. Bu sebepten Yüe-çiler Mete’yi öldürmek istediler; halbuki o iyi bir at aldı ve memleketine kaçtı. Tuman, oğlunun kabiliyetini taktir etti ve idaresine on bin atlı (bir tümen=on bin askerden oluşan büyük bir birlik) verdi”.19

Çin yıllığının verdiği bilgiyi bir daha gözden geçirir ve yorumlarsak, ortaya şöyle bir gerçek çıkmaktadır: Mete, Hun Hükümdarı Tuman’ın ilk eşinden, yani “ulu hatun”dan20 doğmuş büyük oğlu ve veliahdıdır. Tuman, ikinci bir eş almış ve ondan da bir oğlu olmuştur. Fakat Tuman, birdenbire Mete’den veliahtlık hakkını almak ve yerine ikinci eşinden olan oğlunu koymak istemiştir. Bunu da açıkça değil, bir komplo ile dolaylı olarak yapma yoluna gitmiştir. O halde Tuman’ın böyle birdenbire fikir değiştirmesinin ve bunu da dolaylı olarak yapmasının sebebi ne idi? Bunun tek bir sebebi vardır. O da ikinci eşinin Tuman üzerindeki etkisidir. Öyle anlaşıyor ki, Tuman’ın ikinci eşi büyük gayeleri olan son derece muhteris bir kadındı. O, kendi amacı doğrultusunda eşi Tuman’ın fikrini ve davranışını değiştirmiştir. Amacı ise, kendi oğlunu veliaht yapabilmekti. Fakat buna töre engel teşkil etmekteydi. Çünkü, eski Türk devletlerinde taht veraset hukuku ancak hükümdarın ilk eşinden doğan çocuklara tahta çıkma hakkı tanıyordu. Eğer, hükümdarın ilk eşinden doğan oğulları çok küçük yaşta, hasta veya malil iseler, tahta hükümdarın diğer kardeşlerinden biri çıkmaktaydı. Bu duruma göre, tahtta bulunan hükümdarın birinci eşinden oğlunun ve hatta kardeşlerinin bulunmaması halinde ikinci eşinden doğan çocuğun tahta çıkma şansı olabilirdi. Durum böyle olmadığı halde, Tuman ikinci eşinin etkisiyle küçük oğlunu veliaht yapabilmek için Mete’yi feda etmek istemiştir. Fakat o, bunu açıkça yapamamıştır. Törenin, beylerin ve halkın baskısını kendi üzerinde hissetmiş olmalı ki, niyetini gizlemek zorunda kalmıştır. Zira, Tuman çok iyi biliyordu ki, oğlunun rehin bulunduğu kavme saldırmak, rehinenin ortadan kaldırılması demekti. Görüldüğü gibi, Tuman’ın kurduğu komplo amacına ulaşamamıştır; Mete tam zamanında kaçarak ölümden kurtulmuştur. Öyle anlaşılıyor ki, Mete, babasının niyetini ve amacını daha önce sezmiş ve onun tercihine karşı gerekli tedbir almayı ihmal etmemiştir. Hatta bu hususta Mete’nin bazı Hun beylerinden yararlanmış olması da kuvvetle muhtemeldir. Gafil avlanmamasına bakılırsa, devletin merkezinde Mete’nin hesabına çalışan bazı beyler bulunmaktadır. Mete, büyük bir ihtimalle babasının Yüe-çilere saldırı haberini bu beylerden daha önce almış olmalıdır.

Mete’nin Yüe-çilerin elinden kaçıp kurtulmasından sonra, hem Tuman hem de Mete, ortada bir komplo yokmuş gibi davranmışlardır. Hatta Tuman, kurduğu komployu tamamen gizleyebilmek ve dikkatleri dağıtabilmek için oğlunun başarısına sevinmiş gözüküp, emrine bir tümen vererek onu ödüllendirmiştir. Tuman’ın böyle birdenbire tavır değişikliğinin altında yine törenin, beylerin ve halkın baskısı bulunmaktadır. Zira, eski Türk devletlerinde ve toplumunda hakim ve geçerli olan tek güç, töre hükümleriydi. Türk devlet başkanlarının icraat ve faaliyetleri de tamamen töre hükümlerine dayanmaktaydı.

Artık Mete, herkesin gözünde gerçek bir kahramandır. O, gösterdiği olağanüstü başarıyla sadece hayatını değil, devletin ve milletin itibarını da kurtarmıştır. Öte yandan, oğlunun bu başarısına karşı Tuman da ilgisiz kalamamıştır. Eğer Tuman, oğluna karşı eski tavrını sürdürseydi, beylerin ve halkın karşısında büyük prestij kaybederdi. Görüldüğü gibi, Tuman bunu göze alamamıştır.

Tuman’ın kurduğu komplo başarıya ulaşmadığına göre Mete hala Hun tahtının veliahdıdır. Hunlarda veliahtlar, hükümdarlık mevkiinden sonra gelen “sol bilge tiginliği”ne (tso hsien wang) tayin edilir ve idaresine de devletin doğu bölgesi verilirdi.21 Kaynakta belirtilmese de Mete’nin “sol bilge tiginliği”ne tayin edildiği muhakkaktır. Ancak Mete’nin bu göreve fiilen emrine bir tümen verildikten sonra başladığını kabul etmek daha doğru olur.

 

3. Şan-Yü Tuman ile Oğlu Mete Arasında Geçen İktidar Mücadelesi

Hun hükümdarı Tuman, oğlu Mete’yi bertaraf etmek için kurduğu komplonun oğlu tarafından ustalıkla ve olağanüstü bir başarıyla bozulduğunu görünce, tavır değiştirip, onu ödüllendirmek yoluyla meseleyi unutturmak ve kapatmak istemiştir. Mete ise, babasının aksine bu meseleyi unutmak ve kapatmak niyetinde değildi. O, önce kendisinin komşu bir kavme rehin gönderilmesinin ve sonra da bu kavme saldırılmasının ne anlama geldiğini çok iyi kavramıştır. Artık onun, babasıyla arasındaki bağlar kopmuş, kaderleri ayrılmıştır. Daha doğrusu, babasıyla arasında iktidar kavgası başlamıştır. Bu kavgada babası ilk hamleyi yapmış ve kaybetmiştir. Sıra şimdi kendisindeydi. Amacı, zamanından önce babasından Hun tahtını almaktı. Artık Mete’ye hakim olan ve hareketlerine yön veren duygu, iktidar ihtirasıdır.

Türk tarihinde, veraset hukukunun tabii sonucu olarak sık sık taht kavgaları meydana geliyor idiyse de, evladın babasına karşı böyle bir mücadeleye girişmesi nadir olaylardandı. Gerçi Tuman, oğlu Mete’ye karşı düzenlediği başarısız komplo ile gerekli sebebi önceden yaratmıştır. Tuman’ın tavır değişikliği ise, Mete’nin kararını hiç etkilememiştir. Nitekim o, bu olaydan hemen sonra babasının emrine verdiği tümeni, yine babasına karşı bir darbe için hazırlamaya başlamıştır. Mete’nin darbe için yaptığı hazırlık ve devlet darbesi Çin Yıllığında şöyle anlatılmıştır:

“Mete, (hedefe giderken) ıslık çıkaran bir ok imal etti. Atlı-okçu birliğinin eğitimi esnasında kendisi bu oku nereye atarsa, erlerinin de hep birlikte o maddeyi vurmaları gerektiğini emretti. Bunu yapmayanın başını kesecekti. Avda, ıslık çıkaran ok nereye atılırsa orayı vurmayan kimsenin başı hemen gövdesinden ayrılacaktı. Bizzat Mete, ıslık çıkaran okunu değerli atlarından birinin vücuduna attı ve bu anda maiyetinden okunu atmaya cesaret edemeyenleri idam ettirdi. O, kısa bir süre sonra oku ile kendi sevgili eşini vurdu. Bu defa da maiyetinden bazıları (bu durum karşısında) donup kaldılar ve oklarını atmaya cesaret edemediler. Bunlar da Mete tarafından idam edildi.

Bir süre sonra Mete, av sırasında ıslık çıkaran oku ile babasının değerli atını vurduğu zaman, maiyeti istisnasız hep birlikte aynı hedefe ok attı. Bu durum üzerine Mete, maiyetine tamamen güvenebileceğini öğrendi. Sonra o, babası ile ava gitti ve Hun hükümdarı (Şan-yü veya Tan-hu) olan babasına ıslık çıkaran okunu attı. Bütün maiyeti de aynı istikamete nişan aldı ve böylece Hun hükümdarı öldürüldü. Bunun üzerine Mete, üvey annesini ve üvey kardeşini, kendisine itaat etmeyen bütün devlet büyüklerini öldürdü ve kendisini Hun hükümdarı (Şan-yü) ilan etti”.22

Çinli tarihçilerin derledikleri bu bilgiler, şüphesiz, gerçek tarihi bir olayın destanlaştırılmış bir ifadesidir. Mete’nin babasına karşı yaptığı devlet darbesi Hun halkı tarafından çok beğenilmiş ve takdir edilmiş olmalı ki, dilden dile, nesilden nesle anlatıla anlatıla ayrıntıları kaldırılmış; bazı olağanüstü unsurlar ve motiflerle süslenerek, hafızalarda uzun yıllar yaşayacak bir destan şekline dönüştürülmüştür. Yukarıda anlatıldığı şekle sokulduktan sonra da Çinli tarihçiler tarafından Hun halkının ağzından derlenip yazıya geçirilmiştir. Bundan dolayı, tarihi hikayenin içinde bazı olağanüstü unsurların ve motiflerin bulunmasına, daha da önemlisi olayların olağanüstü bir süratle gelişmesine şaşmamak gerekir.

Yukarıdaki metinde Mete’nin babasına karşı yaptığı bir devlet darbesi anlatılmaktadır. Görüldüğü gibi, Mete, darbeyi birdenbire başlatmamıştır. Olayların seyrine bakılacak olursa, o, önce ayrıntıları iyice düşünülmüş esaslı bir plan yapmıştır. Bu plana göre, Mete tümenini sıkı ve katı bir eğitimden geçirmiştir. Burada hemen şu soru akla gelebilir. Mete’nin emrine verilmiş olan tümen eğitimli birlik değil miydi? Şüphesiz bu tümen eğitimli bir birlik idi. Fakat Mete, yapacağı iş için bu tümenin eğitimini yeterli ve uygun bulmamıştır. Ona göre, askerlerin duygu, düşünce ve davranışları arasında tam bir uyum ve birlik bulunmalıydı. Bu da ancak özel bir eğitimle sağlanabilirdi. Mete, özellikle bu eğitimle askerlerin duygu, düşünce ve davranışlarını tamamen kendi amacına göre değiştirmek istemiştir. Askeri eğitimde deha sahibi olan Mete, şunu çok iyi biliyordu ki, ancak benzer duygu ve düşünce taşıyanlar ile benzer davranış gösterenler, aynı gayede birleşebilirler. Diğer taraftan liderin ruhu ile emrindekilerin ruhu da tam bir uyum içinde olmalıdır. Eğer bu uyum sağlanmışsa, liderler için uzun sözlere, emirlere ve talimatlara gerek yoktur. Yapılacak işler için bir jest, bir bakış, bir işaret yeterlidir.

Mete, işe, kendisi açısından bir hayli avantajlı bir şekilde başlamıştır. Görüldüğü üzere o, sadece Hun tahtının varisi bir tigin değil, aynı zamanda kendi hayatı ile birlikte devletinin ve milletinin itibarını kurtarmış bir kahramandır. Daha doğrusu o gücünü, kendi yeteneklerinden ve başarısından almaktadır. Çünkü Mete, silah eğitiminde ve savaşlarda kullanılmak üzere hedefe giderken ıslık çıkaran bir ok icat etmiştir. O, hem gösterdiği kahramanlıkla hem de mucitliği ile üstünlüğünü ve yeteneğini göstererek, Hun halkını ve özellikle tümenini son derece etkilemiştir. Artık çevresi, Mete’ye üstün yetenekli bir lider gözüyle bakmaktadır. Ayrıca, ona inanmakta ve güvenmektedir.

Mete’nin uyguladığı eğitimin temelini “emre itaat, anında karar vermek ve gösterilen hedefi vurmak” gibi bugün de geçerli ilkeler ve kurallar oluşturmaktadır.23 Öyle anlaşılıyor ki, Mete’nin bu eğitimden asıl maksadı, emrindekilere, savaşlarda tek başına görevini tam yapabilecek yeteneği ve alışkanlığı önceden kazandırmaktır. Fakat Mete, ortaya koyduğu ilkelere ve kurallara uyum sağlayamayanlar için son derece acımasız olmuştur. Halbuki, askerler daha işin başında yükümlülüklerini yerine getirmemenin neye mal olacağını çok iyi biliyorlardı. Zira Mete, eğitime başlamadan önce gösterdiği hedefi vurmayanların saf dışı edileceğini açıkça ilan etmiştir. Aksi durum zaten itaatsizlik ve disiplinsizlik anlamına gelecektir. Özellikle askerlik mesleği, diğer mesleklere göre daha fazla disiplin ve itaati gerektirmektedir. Bundan dolayı, Mete’nin, verdiği emri yerine getiremeyenleri, kararsız kalanları ve hedefi vuramayanları ağır bir ceza ile hemen saf dışı etmesini normal bir davranış olarak kabul etmek lazımdır. Esasen Mete, birliğini rakiplerine üstünlük yaratacak ilkelerle eğitmiştir. Onun anlayışına göre, birlikleri arasında korkaklara, zayıf iradelilere, yetersizlere ve yeteneksizlere asla yer olmamalıdır. Çünkü, Mete’nin planladığı işler, maddeten ve manen zayıf insanların yapacağı işler değildi. Hiç şüphesiz, bu insanlarla kaybedilenler, kazanılanlardan daha çok olacaktır. Üstelik bu insanlar, yapılacak işlerde başarısız olmakla kalmazlar, yetenekli insanlara da ayak bağı olurlar. Burada bir hüküm vermek gerekirse, Mete’nin bütün eylemleri, işte bu düşüncelerin damgasını taşımaktadır.

Mete, emrindeki birliği eğitirken sadece katı kurallar koymakla kalmamış, bu kuralları birer birer uygulamıştır. Yalnız burada dikkati çeken bir durum vardır. O da, seçilen ve gösterilen hedeflerin hep canlı ve değerli varlıklar olmasıdır. Biz bu canlı ve değerli hedeflerin gerçekten Mete’nin kendi atı, eşi ve babasının atı olduğunu düşünmüyoruz. Bu olayı nakledenler hikayeyi daha cazip ve etkili hale getirmek için hedef olarak bu varlıkları koymuş olabilirler. Bizim kanaatimize göre, bu hedefler Mete’nin kendi atını, eşini ve babasının atını temsil eden birer nesnedir. Yani asıl varlıkları temsil eden birer semboldür. Aksi takdirde, Mete’nin gerçek niyeti daha işin başında fark edilebilir ve faaliyeti de tehlikeye düşebilirdi.

Eğitim sırasında seçilen ve gösterilen hedeflere bakılacak olursa, Mete, her şeyden önce birliğini hissi davranışlardan kurtarıp, bir inancın ve idealin zaferi için canlarını hiç düşünmeden verebilecek duruma getirmek istemiştir. Mete’nin anlayışına göre, bir dava uğruna en değerli varlıklar bile feda edilebilmelidir. Bunun için Mete, hedef olarak seçtiği ve gösterdiği varlıklar arasında az değerlisinden çok değerlisine doğru bir sıralama yapmıştır. Bu sıralamanın en sonunda devletin başı olan Tuman bulunmaktadır. Gerçek hedef budur. Diğerleri ise birer vasıtadır.

Mete’nin harekete geçebilmesi için önünde bulunan en önemli mesele, güvendir. Bağlılığından emin olunmayan bir birliğe, şüphesiz güvenilemezdi. Onun, her şeyden önce birliği ile babası arasındaki hissi bağları koparması gerekiyordu. Çünkü, Mete, emrindeki birliği yabancı soydan bir düşmana karşı değil, kendi babasına karşı hazırlamaktadır. Bundan dolayı o, bağlılığından emin olmak için tümenini türlü sınavlardan geçirmiş ve baş

Total
0
Shares
Bir yanıt yazın
Önceki
Hun İmparatorluğu’nun Kuruluşu ve Yükselişi

Hun İmparatorluğu’nun Kuruluşu ve Yükselişi

Hunlar, İç Asya’nın tarihi olarak belgelenmiş ilk “göçebe” imparatorluğudur

Sonraki
Kütahya Çavdarhisar (Aizanoi) Türk kaya resimleri

Kütahya Çavdarhisar (Aizanoi) Türk kaya resimleri

Çavdarhisar ilk dönemlerde MS 1300 yy

İlginizi çekebilir