İçimizdeki Şeytanlar (Atsız Ata Makaleleri)

Anasayfa Sözlük Türkçülük İçimizdeki Şeytanlar (Atsız Ata Makaleleri)

1 yazı görüntüleniyor (toplam 1)
  • Yazar
    Yazılar
  • #22296
    BilgeKam
    Katılımcı

    Önceleri milliyetçi iken sonradan sapıtarak komünist olan, fakat düşüncelerini değiştirdiğini ispat etmedikçe kendisine iş verilmeyeceği söylendikten sonra sözde hükümet tarafına geçen Sabahattin Ali, “İçimizdeki Şeytan” adlı bir roman çıkardı. Bu romanın kısaltılmış şekli şudur:

     

    Darülfünun devamsız talebelerinden Ömer, bir akrabasının iltiması ile postada küçük bir memuriyet kapmış tembel bir gençtir. İltimasına güvendiği için çok defa vazifesine de gitmez ve şurada burada sürterek serseri bir hayat geçirir. En çok yaptığı iş kahvelerde veya meyhanelerde oturarak bazı tanıdıkları ile vakit geçirmektedir. Hayatından hiç memnun değildir. Bu hayatın pek mühim bir sırrı olduğunu sanmakta ve bu sırrı keşfedemediği için sıkıntı çekmektedir. Daima hayal içinde yaşadığından kimseyle anlaşamamakta ve bunu kendi ruhunun anlaşılmaz derecede derin olduğuna vermektedir. En iyi görüştüğü arkadaşı Nihat adında bir gençtir. Ömer’in hayalperest olmasına karşılık arkadaşı hakikatlerle yüz yüze gelmekten hoşlanmaktadır. Fakat bu da dünyada yalnız paraya değer veren ve bazen bir lirayı karşısına koyarak saatlerce bakmaktan zevk duyan mütereddi bir tiptir.

    Ömer bir gün vapurda bir genç kız görür ve ona aşık olur. Bu kız, yani Macide, Balıkesir’de orta tahsil yapmış ve musikiye olan büyük istidadı musiki öğretmeni Bedri tarafından takdir olunarak teşvik olunmuş bir kızdır. Hatta Bedri ona karşı kayıtsız da değildir. Konservatuarda musiki tahsiline devam için İstanbul’a gelen Macide akrabalarından bir ilenin yanında oturuyor. Bu aile Ömer’in de akrabası olduğundan Macide ile Ömer uzaktan akraba çıkıyorlar. Ömer, çoktandır ihmal ettiği akrabalarının evine gidip Macide’yi tekrar görüyor. Onu konservatuara götürüp getiriyor ve ikinci seferde ona ezelden beri duyduğu derin aşkını itiraf ediyor. Balıkesir’in namuslu bir ailesinin mükemmel bir kızı olan Macide de önüne ilk çıkan bu serserinin aşkını derhal kabul ediyor. Bu her akşam buluşmalar ve eve geç dönmeler nihayet evin dikkatini celbediyor. Zaten Macide’nin babası o sıralarda ölmüş olduğu için Macide adına gönderilen para da gelmemektedir. Bu yüzden bir gece yine geç dönen Macide’yi evde azarlıyorlar. İzzet-i nefsi pek yüksek olan genç kız da evden kaçıyor. Böyle aksi bir işin olacağını kuvvetli bir sezgi ile bilen Ömer zaten onu kapının önünde beklemektedir. Beraberce Ömer’in Beyoğlu’ndaki pansiyonuna gidiyorlar ve bu pansiyon küçük bir tek odadan ibaret olduğu için birlikte yatıyorlar. Artık o günden itibaren Ömer onu herkese karım diye tanıtıyor ve birbirlerine karı-koca gözüyle bakıyorlar. Fakat o zamana kadar paraya hiç değer vermeyen, sıkıştığı zaman şundan bundan borç almaktan çekinmeyen Ömer, sırtına bir aileyi geçindirmenin yükünü alınca postadaki kırk lira aylığını pek az görüyor ve daha çok para bulmanın yollarını arıyor. Çalıştığı dairede beş çocuk babası, ihtiyar, ve çok namuslu bir muhasebeci var ki aralarındaki yaş farkına rağmen ruhen Ömer’le çok iyi anlaşmakta ve hatta bazen Ömer gibi bir serseriden borç istemekte, fakat Ömer de kendisinden bor istediği zaman cebindekinin yarısını hiç düşünmeden ona vermektedir. Macide’yle karı-koca olduklarının ferdasında bu muhasebeci bir akşam Ömer’i rakı içmeğe davet ediyor ve bu sırada kendisini haftalardan beri kemirmekte olan bir derdini ona açıyor. Bu dert şudur: Muhasebeci, ahlaksız bir adam olan kayın biraderini hapisten kurtarmak için kasadan iki yüz lira alıp vermiş, bunu yaparken de bu paranın hemen ödeneceğine dair kayın biraderinin verdiği söze güvenmiştir. Kayın biraderi tabii bu parayı ödemeyince muhasebeci büsbütün güç bir vaziyete düşmüş ve bu yolsuzluk açığa çıkmasın diye hesaplarda tahrif yapmağa başlamıştır. Böylelikle fasit bir dairenin içine düşmüş olan muhasebeci günden güne erimekte ve ruhen perişanlaşmaktadır.

    Ömer, Macide’yi evine getirmiş olmasına rağmen çok defa yine geç dönmekte, tamamen iradesiz bir genç olduğu için her hangi bir rakı içme teklifine “dayanamamaktadır” . Macide bundan ve bilhassa Ömer’in arkadaşlarından memnun değildir. Hele karanlık işler ardında yürüyen Nihat ve Profesör Hikmet hiç hoşuna gitmemektedir. İyi bir insan gibi gözükmek isteyen, fakat hakikatte fena bir ruh taşıyan Profesör Hikmet arada sırada Ömer’e para yardımı yapmasına rağmen Ömer onu sevmemektedir. Ekseriya rakı meclislerinde buluştukları muharrir İsmet Şeref, şair Emin Kamil de hep seciyesiz adamlardır. Nihat, etrafına bir takım darülfünunlu gençler toplamış, mecmualara ve broşürlerle memlekette milliyetçi bir hareket yapmağa uğraşmaktadır. Fakat ne Nihat, ne de o gençler samimi değillerdir. Hepsinin maksadı külah kapmaktır.

    Bir gün Ömer, alel usul iradesizliğinin ve boşboğazlığının tesiriyle muhasebecinin kendisine yaptığı itirafı Nihat’la Profesör Hikmet’e anlatmış ve Nihat bu hadise ile fazla alakadar olmuştur.

    Ömer ise bir gün bir dükkandan bir çift kadın çorabı çalmış, fakat bunu istemeyerek yapmıştır. Zaten ona bütün fenalıkları yaptıran içindeki şeytandır. Yoksa o haddi zatında iyi bir insandır. Ertesi gün Nihat, Ömer’e korkunç bir teklif yapıyor: Muhasebeciyi tehtid ederek büyük bir miktarda para alıp kendisine getirmesini, bununla mecmua ve kitap çıkaracaklarını söylüyor. Gerçi Ömer ilk önce bunu kabul etmiyor, Nihat’ı kovuyor. Fakat birkaç gün sonra ondan birçok para alıyor. Fakat bunu da yaptıran içindeki o mel’un şeytandır. Nitekim Ömer parayı aldıktan sonra, tramvay parası bile olmadığı için, evine yayan olarak geliyor. Evde Macide ile Bedri kendisini beklemektedir. Ruhi bir buhranla Bedri’nin Mecide’ye karşı olan vaziyetinden kıskançlık duyarak Bedri’yi evinden kovuyor. Fakat Macide, derhal gidip Bedri’nin gönlünü almasını istediği için biraz önce hakaretle kovduğu adamın evine giderek onunla barışıyor. Bedri de buna razı…

    Nihat dalaverelerini çevirmekte devam ediyor. Sık görüştüğü bir de Tatar suratlı bir herif var. Romanda bunun adı söylenmiyor. Son devirde birkaç aylık veya birkaç yıllım ömürleri olup batan küçük devletlerden birinin nazırı veya reisi olduğu söylenmesine göre bunun da Rusyalı bir Türk olduğu anlaşılıyor. Nihat ve arkadaşları bir takım ırkçı ve Turancı fikirler neşrediyorlar. Meğer bunlar yabancı bir devlet hesabına çalışıyorlarmış. Hatta Profesör Hikmet de bunların arasında imiş. Yabancı kodamanlar yiyip küçüklere bir şey bırakmadıklarından nihayet bunlardan bazıları işi hükümete haber veriyorlar. Büyük tevkifat yapılıyor. Bu arada Nihat’ın arkadaşı olduğu için Ömer de tevkif olunuyor. Profesör Hikmet ise nüfuzlu tanıdıkları sayesinde yakasını kurtarıyor.

    Macide, Ömer’in benliğindeki bütün adiliği gördüğü ve Ömer son zamanlarda kendisini ihmal ettiği için zaten ayrılmak kararını vermiş bulunuyor. Hatta Ömer’e uzun bir mektup yazmıştır. Gideceği yeri de tasarlamıştır. Bedri’nin evi… Ancak Ömer hapiste olduğu için bu kararını biraz geciktirmek istiyor. Bedri ile birlikte tevkifhane de Ömer’e yaptıkları ziyaretlerin birinde Ömer, Bedri’ye kat’i bir kararından bahsediyor: Macide’den ayrılmak kararı… Dünyadaki en kıymetli şeyin Macide olduğunu ve kendisini toplamak için birkaç yıl lazım geldiğini söylüyor ve Macide’yi Bedri’ye emanet ediyor. Esasen resmen evlenmiş değiller. Ömer o gün tahliye olunarak çıkıyor. Bedri de eskiden beri sevdiği ve son zamanlarda belli belirsiz karşılığını görmeğe başladığı Macide ile mukadder akıbetlerine doğru gidiyorlar…

     

    Bu romanda roman olarak hiçbir üstünlük yok. Sabahattin Ali ruhi tahliller yapmağa özenmiş ve Şekspirvari uzun “kendi kendini Murakebe”lerle romanını şişirmiştir. Zaten bizim dahi romancılarımızın hepsi mukallit oldukları için ruh tahlili, tabiat tasviri, içtimai hayatın tenkidi vesaire gibi büyük işlere dalmak onun için çok tabiidir. Dahi romancı ve güzide edip Sabahattin Ali’yi de onlardan başka türlü görmeğe imkan yoktur. Esasen ben romanı tenkid edecek değilim. Birçok münevverlerin tulumbacı ağzı ile konuşması, hiç lüzum olmayan yerlerde muharririn maddi pislikleri ısrarla anlatmaktan marazi bir zevk duyması ilk bakışta göze çarpmakla beraber bunları bizim dahi romancının hamlığına, yani henüz dehanın uç noktasına varmamış olmasına verelim. Benim bu romanda ilişeceğim nokta hususi bir kasıtla yazılmış olmasıdır. Sabahattin Ali bu memlekette ırkçı,Turancı ve Anadolucu olan milliyetperverleri hep satılmış insanlar olmakla itham etmek istiyor ve romanını yazarken de bugün aramızda yaşayan bazı kimseleri, tabii biraz değiştirerek, romanına sokup onları küçültmek istiyor. Böylelikle de kendisini küçük gören insanlardan gizili bir öç almak diliyor. Ben de ırkçı, Türkçü ve Turancı olduğum için – Evet, övünerek söylüyorum ve tekrar ediyorum: Irkçı, Türkçü ve Turancı olduğum için – Sabahattin Ali’nin itiraflarına cevap vermek lüzumunu duyuyorum. Sabahattin Ali benim tanıdığım, hem de çok iyi tanıdığım bir insandır. Bundan dolayı cevabım tepeden inme olacak ve onu çökertecektir.

     

    Ben onu 1926-1927’de, Türk Ocağı’nda tanıdım. Biz birkaç kişi, Türk Ocağı’nda “Kızıl Elma” diye ayrı bir oda açtırmıştık. Buraya Ocak’ta aza olmayan genç mektepliler gelecekler ve ülkü ile aşlanacaklardı. O zaman Türk Ocakları’nda ırkçılık düşünceleri olmadığı için, Kızıl Elma’ya, Müslüman olmak şartıyla, her ırktan vatandaşlar geliyordu. Muallim mektebinde talebe olan Sabahattin Ali de oraya gelenlerden biriydi. Lüzumundan pek fazla ve gürültü ile konuşan, ağır sözlere bile kızmayan ve herkesle laubali olan bu çocuk bir takım manzumeler yazıyor ve emsaline göre muvaffak da oluyordu. Daima mübalagaya meyyal olan tabiatı dolayısıyla överken de, hicvederken de şiddetli teşbihler yapıyor, etrafındakileri güldürüyordu. Hiç sıkılmayan gayet serbest bir ruh hali vardı. Kendisini ilk gördüğüm zaman pek yüksekten konuştuğu için, talebe olduğunu öğrendiğim bu gence: “Siz Yüksek Muallim Mektebinden misiniz?” diye sormuştum. O hemen sırıtmış ve : ” Hayır Alçak Muallimdenim” diye cevap vermişti. Kızıl Elma odasında ekseriye Türkçülük meseleleri üzerinde münakaşalar yapılırdı. İnanmış, ateşli gençlerin yaptığı bu münakaşalar daha genç olan talebeler üzerinde müessir oluyordu. Nitekim o zamana kadar hiçbir şey olmayan Sabahattin Ali’de bile milliyetperverane şiirler yazmak isteği uyanmıştı. Bunları bilhassa, kendisini en fazla sabırla dinleyen bir doktor arkadaşa okur ve onun telkinlerine göre bazı yerlerini değiştirirdi. Buna rağmen nesil ve menşe meselesinin münakaşa olunduğu bir günde kendisinin Rum, çünkü babasının Of’lu olduğunu adeti üzere sırıtarak söyleyivermişti. Hakikaten Sabahattin Ali İstanbul’daki kalaycı Rumlara çok benziyordu. Rumca’yı bildiğini de bir müddet sonra yazdığı bir yazıdan öğrendim.

    Birkaç ay süren bu ilk tanışıklıktan sonra Anadolu’da bir yere ilk mektep muallimi olarak gitti. Tatilde İstanbul’a geldiği zaman ben Yüksek Muallim Mektebi’nde idim.

    Sabahattin Ali birkaç günde bütün Yüksek Muallim talebesiyle sıkı fıkı ahbap olmuş ve herkes onun hayatını bütün teferruatı ile öğrenmişti. Benim onu asıl tanımam bu devirdedir. Onda büyük bir ihtiras vardı. İlk mektep muallimi olarak kalmak istemiyordu. Yükselmek, büyük işler yapmak, meşhur olmayı arzu ediyordu. Fakat bu kadar yükselmek için gereken maddi ve manevi kuvvet kendisinde olmadığından ruhunda derin bir yas duyuyor, insanlığa hınç besliyor ve bu hınç gayrı tabii bir hal alıyordu. Onun diğer ve belki asıl büyük derdi de kadınlar üzerinde müessir olamamaktı. Genç olduğu için bir takım arzular duyuyor, etrafında muvaffak olanları görüyordu. Fakat kendisinde, kendi tabiri ile söyleyeyim, “ kadınları cezp edecek hiçbir şövalye tarafı bulunmadığı için “ hiçbir kadın onunla arkadaşlık kurmak istemiyordu. Zavallı Sabahattin! Bundan o kadar üzgündü ki kadınlarla ebediyen anlaşamayacağına dair bir manzume bile yazıp Türk Ocağı’nda okumuştu. Bu manzume “ dudaklarım bir kadın dudağına değmedi” diye bitiyordu. Kadınlara karşı kendisini küçük görmekten olacak, yaşça kendisinden aşağı olanlara bile abla diye hitab eder, onlara hep ruhunun sonsuz, engin ıztırabını anlatırdı.

    Bu sırada Maarif Vekaleti dil hocası yetiştirmek için Avrupa’ya talebe göndermeğe karar verdi. Sabahattin Ali de Almanya’ya giden talebe arasındaydı. Dört yıl orada kalarak Alman dilini ve edebiyatını öğrenecek, dönüşte liselerde Almanca hocalığı edecekti. Fakat dört yıl için giden Sabahattin bir buçuk yıl dolmadan döndü. Sebebini sorduk. Şöyle anlattı: Okuduğu mektepte bir gün Alman talebelerden biri “bu parazit Türkleri buradan kovmalı” demiş. Sabahattin Ali hemen yerinden fırlamış: “Biz sizin hükümetinize hükümetimiz tarafından verilen para ile okuyoruz. Parazit değiliz. Sözünü geri al” demiş. Talebe, sözünü geri almayınca tokadı indirmiş. Alman hükümeti de böyle bir talebe istemediğini söyleyerek onu geri yollamış.

    Biz, Sabahattin Ali’nin, bodur boyu ile, böyle “şövalyece” bir iş yapmak için ne bileğinde, ne de yüreğinde kuvvet olmadığınız biliyorduk.. Fakat hadise hoşumuza gittiği için inanmak istiyorduk. Gurbette milliyet duygusu daha kuvvetli olurmuş, belki bu gayretle böyle bir şey yapmıştır diye düşünüyorduk. Bununla beraber Sabahattin Ali’nin herhangi bir adama tokat atması pek garip olduğu için sormuştuk: “Bu Alman talebe ufak tefek bir şey miydi? “ Sabahattin’in cevabı bizi hayrete düşürdü: “Bilakis! Benim ikim kadardı.” “Peki nasıl oldu da seni dövmedi? Neden Alman talebeler birlik olup üzerine atılmadılar? ” Sabahattin Ali hiç düşünmedi. Dedi ki: “Bunu sonradan ben de kendilerine sordum. O yakınlarda Türk tarihini ve Sokollu Mehmed Paşa’yı okudukları için korkunç bir tesir altında kaldıklarını, onun için bana mukabele edemediklerini söylediler.”

    Zavallı Sabahattin Ali sözle şövalyelik yapıyordu. Nitekim bir müddet sonra hiç de böyle bir hadise olmadığını, dönmesinin tamamile başka bir sebepten ileri geldiğini öğrendik. İçindeki şeytan onu kuvvetli bir övendire ile dürtmüş ve buraya getirmişti.

    Bununla beraber Sabahattin Ali dönüşünü milli bir sebebe atmakla yine biraz milliyetperver bir ruh taşıdığını gösteriyordu. Yoksa, dakikasında başka bir sebep buluvermek, onun zengin muhayyilesi için hiç de güç değildi.

    Fakat bu dönüş, bir piyango sayılabilecek olan Almanya’daki tahsilinin yarıda kalması onun ruhunda aksü’l-ameller doğurmaya başladı. Sabahattin Ali yavaş yavaş sapıtıyordu. Bize, Türk edebiyatında büyük inkılaplar yapacak olan bir takım edebi projelerini anlatıyordu. Muallim Mektebi’nde yatıp kalkıyordu. O zaman Yüksek Muallim müdürü Giritli Hamit adında birisiydi. İhtimal ki ırki yakınlık dolayısıyla Sabahattin’e yardım etmek istemiş, onu mektebe almıştı. Giritli Müslüman bir Rumun Oflu bir Müslüman Ruma yardım etmesinden tabii ne olabilir? Çünkü Hamit ancak kız talebeye yardım eden, erkeklerden bunu esirgeyen müstesna bir tabiata malikti ve onun bu iyiliği sayesinde yemek ve yatak bulan Sabahattin bizim yatakhaneye yerleşti. Burada ekseriyetle edebiyatçılar vardı. Mesela Orhan Şaik, Nihad Sami, Pertev Naili, Çemişkezekli Ziya ve ben bu yatakhanede idik. Başka şubelerden de iki üç arkadaş daha vardı.

    İşte sapıtmağa başlayan Sabahattin, Yüksek Muallim’de lüks bir hayat sürüyor, şiirler ve hikayeler yazıyordu. Fakat asıl mühim eserlerini ileride yazacaktı. Bilhassa “Tokat” adındaki romanı ile “Layemut Enayiler” adındaki serisi birer inkılap yapacaktı. “Toka” kendi kız kardeşini seven mütereddi bir tipin romanı olacaktı. Bize bunun mevzunu on ,on beş dakikalık bir zamanda anlatmıştı. Bu marazi mevzu nereden aklına geldi diye sormuştuk. Şöyle cevap vermişti: Sabahattin’in 3-4 yaşında bir kız kardeşi varmış. Bir gün evde “kızım, sen kime varacaksın” diye şaka yapıyorlarmış. Kızcağız ağabeyinin kucağına atılarak “ben ağabeyimden başkasına varmam” demiş. Sabahattin de bunu kura kura roman mevzuu yapmış. “Layemut Enayiler” ise hakikaten bir şaheserdi: Kendilerini vatan ve şeref için feda ederek ad bırakmış kahramanların hikayesi olacaktı. Hem de ne orijinal şekilde?.. Bir gün canı sıkılan Allah eğlenmek için vesile arayacak, meleklerden birisi de bu kahramanları birer enayiymiş gibi gülünç bir şekilde anlatarak Allah’ı eğlendirecekti.

    Sabahattin Ali’de büyük değişiklik başlıyordu. Memuriyetinden atılmış, arkadaşlarından geri kalmış, liseyi veya Darü’l-fünunu bitirememiş, fakat bitirmek ihtirasını kaybetmemiş zayıf insanların düştüğü çukura doğru gidiyordu. O zamana kadar yalnız kendisini düşünen, yarı şaka bir tavırla kendisinin dahi olduğundan bahseden Sabahattin’de artık milletin dertlerini görmek fazileti başlıyordu. Aç köylüler, zulüm altında ezilen insanlar, harplerde başkalarının kazancı için ölen askerler harplerde başkalarının kazancı için ölen askerler onun hodbin dimağına girmeğe başlıyordu. Bu yüzden büyük bir şiir yazıp herkese okudu. Bu şiirde hükümet ve hükümet adamları şiddetle hicvediyordu. Başta o zamanki cumhur reisi Gazi olduğu halde herkese sövüyordu. Bu uzun manzumeden aklımda yalnız tek bir mısra kalmıştır:

    Kel Ali’den hesap sorulmuş mudur?

    Zavallı megaloman şaircik bu şiirin memlekette bir inkılap yapacağına inanıyordu. Fakat buna rağmen günün birinde birisi bunu hükümete haber vermeseydi bu dahiyane şiir unutulup gidecekti. Bu vak’a şöyle oldu: Sabahattin Ali bir kulpunu bulup Konya’da orta mektebe Almanca muallimi oldu. Zannedersem kendi tabiri ile bir torpil, yani iltimas bulmuştu. Çünkü Almanya’da kaldığı bir buçuk yılda öğrendiği Almanca muallimlik edecek kadar değildi. İşte, bizim dahi edibimiz, Konya’ya gidince de başından ve boyundan büyük işler karıştırmağa başlamış. İnkılap yapacak olan şiirini herkese okumuş. Dinleyenlerden birisi de bunu hükümete haber vermiş. Olur a…

    Halbuki ben Sabahattin Ali’nin adam olacağından hala ümitli idim. Pertev’in ısrarı ile bir iki hikayesini de Atsız Mecmua’da neşretmiştim. Hatta o benden, yazacağı piyes için, tarihi ve kahramane bir mevzuu istediği zaman ona kahraman Kür Şad’ı yazıp vermiştim. Tarihin en büyük kahramanını, iradesiz bir aşık haline sokacağını bilir miydim? Bilsem ona öğretir miydim?

    Sabahattin Ali yazdığı bir hicviyeden dolayı 14 ay hapse mahkum edildi. Muallimlikten de çıkarıldı. Hapisten çıktığı zaman ise artık buz gibi komünist olmuştu. Çünkü Nazım Hikmetof’la arkadaşlığa başlamış ve bermutat, irade zaafı dolayısıyla, her konuştuğunun tesirinde kaldığı için “solcu” oluvermişti. Hatta zamanını iyi hatırlamadığım bir günde kendisiyle iddiaya girişmiştik: On yılda Almanya’nın komünist olacağını, Almanya komünist olduktan sonra da bütün dünyanın aynı yola gireceğini, bu arada tabii bizim de o yolun yolcusu olacağımızı iddia etmiş, ben de aksi iddiada bulunmuştum. Hiç şüphesiz bunu, kendisiyle giriştiğim iddiayı kazandım demek için kaydetmiyorum. Maddeten olduğu gibi manen de miyop olan bir hastayı her hangi bir iddiada yenmek övünülecek bir şey değildir. Yalnız onun nasıl bir fırıldak gibi döndüğünü göstermek için bunu yazıyorum.

    Sabahattin Ali hapisten çıktıktan sonra Maarif Vekaletine başvurdu. Muallimlik istedi. Ozaman Maarif Vekili şu Tarih Kurumu’nun azasından Hikmet’ti. Sabahattin’e “eski kanaatlerini değiştirdiğini bize ispat etmezsen sana iş vermeyiz” demiş. Sabahattin Ali açlıktan ölmüyordu. Dostları kendisine istediği kadar para yardımı yapıyordu. Hatta açlıktan ölse bile bir komünistin bir burjuva hükümete baş eğmesi pek çirkin bir şeydi. Fakat kendisi kadar zeki, müsteit ve dahi birisinin bu halde kalması caiz miydi? Fikrimden döndüm diyiverse ne çıkar? Etek öpmekle dudakları aşınacak değildi ya… Onları istismar etmek için mübah olmayan hangi vasıta vardı ki… Bundan dolayı bizim bay fikrini değiştirdi. “Varlık” dergisinin 15 kanun-ı sani 1934 tarihli 13!üncü sayısında şu manzumeyi neşretti:

     

    BENİM AŞKIM

    Bir kalenin ucundan hislerimiz akınca

    Bu ince yol onları sıkıyor, daraltıyor;

    Beni anlayamazsan gözlerime bakınca

    Göğsünü parçala bak kalbim nasıl atıyor.

    Daha pek doymamışken yaşamanın tadına

    Gönül bağlanmaz oldu ne kıza, ne kadına…

    Gönlüm yüz sürmek ister yalnız senin katına,

    Senden başka her şeyi bir mangıra satıyor.

    Sensin, kalbin değildir, böyle göğsümde vuran,

    Sensiz “Ülkü” adıyla beynimde dimdik duran,

    Sensin çeyrek asırlık günlerimi dolduran;

    Seni çıkarsam, ömrün başlamadan bitiyor.

    Hem bunları ne çıkar anlatsam bir düziye?

    Hisler kambur oluyor dökülünce yazıya.

    Kısacası: Gönlümü verdim Ulu Gazi’ye,

    Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor.

     

    Bu manzumeyi okuyunca nasıl gülmüştüm! Bütün kıymet mefhumu “ mangır” olan bu şaire gülünmez mi? Baştan başa yalan olan bu “aşk” ile Sabahattin Ali fikirlerini değiştirdiğini ispat etmiş, Hikmet de onu vekalette bir kalem başı yapmıştı. Yarabbi! İnsanlar nelere tenezzül edebiliyorlardı! Daha dün Gazi’ye hiciv yazan bu komünist bugün ona mehdiye yazmaktan sıkılmıyordu. Her halde bu, onlara göre iktisadi bir kanun olmalıydı… Artık Sabahattin her şeyi marksist bir gözle görmeğe başlamıştı. O, kalın camlı gözlüklerinin arkasından insanları nasıl bulanık görüyorsa karışık beyni ile de hadiseleri yanlış görmekte devam ediyordu. Kendisine vaktiyle vermiş olduğum Kür Şad mevzuunu da Nazım Hikmetof’un tesiriyle marksist bir kalıba sokmuş, “Esirler” diye yazdığı piyeste bizim büyük Kür Şad’ımızı mümkün olduğu kadar küçülterek nefsine mağlup bir insan haline getirmiş ve bu piyesi zayıf bularak oynamadı. Yoksa Sabahattin’in önceden söylediği gibi Şekspirvari bir piyes olsaydı Kür Şad sahnede bayağı bir adam olarak yıllarca gözüküp bizi incitecekti.

    Kendisiyle bundan sonra birkaç defa rastlaştık. Her görüşmemiz uzun münakaşalara yol açtı. Komünizmin Almanya’daki bozgunundan sonra bütün istikbalin İspanya ve Çin’!deki meselelere bağlı olduğunu, bu iki ülkede mutlaka komünizmin galip geleceğini iddia ediyordu. Komünizm İspanya’da da yıkıldıktan sonra bir ümidi Çin’de kalmıştı. Japon istilasından sonra bilmem bu ümit ne haldedir?

    İşte “İçimizdeki Şeytan “adlı romanıyla milliyetperverliği kötülemeğe ve Türkçüleri fena göstermeğe yeltenen Sabahattin Ali böyle birisidir. Yani o bizim içimizdeki şeytanlardan birisidir. Zavallı ve saf bir şeytan…

     

    Şimdi romana dönelim…

    Yukarıda mevzuunu anlattığım romanda üç esas kahraman var: Ömer, Macide ve Bedri. Bunların üçü de iyi insanlardır. Yalnız Ömer arasıra içindeki şeytana uyarak fenalık yapıyor. Fakat bu, onun fenalığını göstermez. Suç hep o şeytandadır. İkinci derecedeki şahsiyetlerden de bir muhasebeci var ki o da iyilik bakımından bunlarla aynı hizadadır. Fakat Sabahattin Ali’nin yani bizim saf şeytanın bu “iyi” tipleri acaba hakikaten iyi insanlar mı? Türk cemiyeti içindeki ahlak kaidelerine göre hayır! Çünkü Ömer iltimasına güvendiği için vazifesine devam etmeyen, hırsızlık eden, şantajla para alan, karısına karşı kötü niyetlerden şüphelenerek evinden kovduğu Bedri ile sonra tekrar barışan, karım olacaksın diye evine getirdiği Macide’yi bir iki ay sonra mal verir gibi Bedri’!ye veren bir tiptir.

    Macide, Balıkesir’in mazbut bir ailesinin kızı olarak İstanbul’ a geldiği halde iki defa gördüğü Ömer’in aşkını hemen kabul ediveren, her akşam Ömer’le şurada burada gezip evine bazen gece yarısı gelen, sonra bu hareketin yanlışlığı kendisine ihtar olunduğu için evlerinde kaldığı akrabalarından bir gece yarısı bavulunu alıp kaçan, o gece hemen Ömer’in pansiyonuna gidserek onunla aynı yatakta yatan, Ömer’le bir iki ay yaşadıktan sonra onun ne miskinve tahammül olunmaz bir adam olduğunu anlayarak ve Ömer’in kendisini ihmal etmesini sebep sayarak Bedri’ye kaçmayı tasarlayan, Ömer’in kendisiyle ilişiğini kesmesi üzerine de pervasızca Bedri’nin evine giden bir tiptir.

    Türk cemiyetinin ahlaki prensiplerine göre Ömer’le Bedri mükemmel bir deyyus, her müşkül dakikada her erkeğin evine giden Macide mükemmel bir fahişe, ihtiyar muhasebeci hakiki bir hırsızdır. İşte bizim saf şeytanın dört faziletli insan diye ortaya attığı tipler…

    Öteki şahıslara gelince: Nihat, Tatar suratlı herif, Profesör Hikmet, muharrir Şerif, şair Emin Kamil ve Nihat’la çalışan gençler zaten hep fena, dalavereci, milliyet ülküsü ardında koşuyor gözüktükleri halde yabancı devletler hesabına çalışan kimseler olarak gösteriliyor. Sabahattin Ali’nin iyi olarak gösterdiği insanlar bile bu kadar fena olursa, artık fena göstermek istedikleri üzerinde durmak boştur, değil mi?

    Fakat Sabahattin Ali bu romanı ile şunu veya bunu değil; milliyetçiliği, ırkçılığı, Türkçülüğü baltalamak istemiş, bu romana hem kendisini, hem de tanıdığı, selamlaştığı insanlardan bazı milliyetperverleri sokarak tahte’ş-şuurundaki bir kinin öcünü almak istemiştir. Bu kin, Kirye Sabahattinaki’yi kendi ırkının yurdundan ve devletinden mahrum eden Türk ırkına karşı duyduğu kindir.

    “İçimizdeki Şeytan” hakkında “Bozkurt” dergisinin üçüncü sayısında bir tenkit yazan Reha Oğuz Türkkan’ın da gözünden kaçmadığı gibi romandaki Ömer, birçok noktalarda Sabahattin Ali’ye benziyor. Bir kere romanın ilk sayfasındaki tarife göre Ömer “şişmanca, beyaz yüzlü, gözlüklü, kahve rengi miyop gözlü bir genç. Saçları şapkasından gözüne doğru dökülüyor ve çabuk konuşuyor. Boyu ortaya yakın. ” Bu tarif bizim saf şeytanın ta kendisidir.

    Bilhassa fikirler ve konuşuş bakımından bu benzeyiş daha büyüktür. Mesela Ömer kendi kendisine şöyle diyor: Tuu Allah belasını versin. Ne kadar salaklaştım. Belli etmedi ama, muhakkak fena halde içerlemiştir. Ben kız olsam benim tipimdeki erkeklerden istikrah ederim.” (sf. 66) Sabahattin Ali tıpkı böyle konuşur. Bilhassa kızların kendisinden nefret ettiği hakkındaki fikrini bize birkaç defa söylemiştir. Biraz daha aşağıda (sf. 68) Macide, Ömer’in yüzüne dikkatle bakınca onu biraz gülünç, fakat samimi buluyor. Sabahattin Ali’nin yüzüne dikkatle bakan bir insanın da bütün samimiyeti ile gülmesine imkan yoktur. Ömer hiçbir şeye inanmıyor (sf. 79) Sabahattin Ali de öyledir.

    Bir yerde Ömer’in ağzından şu sözleri işitiyoruz: “ Acaba dünyada benim kadar manasız şeyler düşünen var mıdır? Bir de utanmadan akıllı geçiniyoruz.(sf. 83) Sabahattin Ali’den de bu sözleri çok defa işitmişizdir.

    Romandaki Ömer’in ruhiyatı da Sabahattin’e çok benziyor. Ömer iç sıkıntısından, büyük iş yapamamaktan muztarip bir insandır. Sabahattin Ali gibi… Ömer herkesle ahbaplık eder, konuşur. Fakat onların meclislerinden çıkar çıkmaz aleyhlerine söz söylemekten çekinmez… Sabahattin Ali de böyle yapar.

    Ömer günün birinde hırsızlık etmiştir. Sabahattin Ali hırsız değildir ama bir gün cebinde parası yokken bir lokantaya girip yemek yediğini, sonra gizlice sıvıştığını bize gülerek anlatmıştı. Belki Sabahattin Ali bunu da yapmamıştı. Ama tuhaflık olsun diye, orijinal gözükmek için söylemişti. Çünkü o her şeyi yapmış olmak zevkini tatmak isterdi. Kah esrar içip Ayasofya meydanında kustuğunu, kah bir satıcıya bir lira verip beş liranın üstünü aldığını, bazen de şair Yusuf Ziya ile bir lirasına oynarken hile ile partiyi kazandığını anlatırdı. Bunların çoğunu yapmış değildir. Yalnız yapmasını düşünür ve yapmış gibi anlatırdı.

     

    Fakat bizim Sabahattin Ali romandaki Ömer’i bütün ahlaksızlığına , salaklığına rağmen “dudakları çok güzel bir erkek “ olarak gösteriyor. Mesela şu satırlara bakın:

    … Söz söylerken dudakları hafifçe büzülerek ağzı güzel bir şekil alıyordu. (sf.5)

    … Konuşurken fevkalade güzelleşen ağzı ve insanın ruhuna sert fakat tatlı bir rüzgar halinde yayılan sesi ile… (sf. 90)

    … Ama ne kadar güzel söylüyordu… Ne güzel dudakları vardı… (sf 93)

    … Ömer’in konuşurken insanı çıldırtacak bir şekil alan dudakları.. (sf 122)

    … Güzel dudaklarını yakından , ta yanı başından göreceğim. (sf 126)

    … Ve konuşan dudaklarını yine güzel, çok güzeldi. (sf. 175)

    … O da Ömer’in dudaklarına bakıyordu. (sf 253)

    … Güzel dudaklarından öperim. (sf. 273)

    … Ve sustuğu zaman bile güzel dudaklarını kımıldatan Ömer… (sf. 287)

     

    İşte yalnız burada Ömer’le Sabahattin Ali birbirlerine benzemiyorlar. Çünkü Sabahattin Ali’nin konuşurken etrafa tükürük saçan börek dudaklarıyla Ömer’in dudakları arasında hiçbir benzerlik yok. Fakat o kadar da insafsız olmayalım. Zavallı Sabahattincik hasretini çektiği şeyleri romandaki kendi muhayyel tipine de vermesin mi? Şeytan kendisini beğenmezse çatlarmış diye bir atalar sözü vardır. İçimizdeki şeytanlardan biri olan bu saf şeytan da kendisini, kadınları bayıltan yakışıklı bir erkek diye düşünse ne çıkar?

    Bu noktayı bir kenara bırakırsak Ömer’in bütün seciyesi ve korkusu Sabahattin Ali’de vardır. Romanda Ömer’in çok zeki olduğundan birkaç yerde bahsolunuyor. Sabahattin Ali’nin de bütün korkusu çok zeki olmamaktır. Zavallı bu yüzden nelere katlanmaz. Bununla beraber sırası gelmişken onun çok zeki, hatta yalnızca zeki olmadığını da söyleyeceğim ve bir örnek vereceğim: Sabahattin Ali 1935’de “Değirmen” diye bir hikaye kitabı çıkardı. Bu hikayelerinden bazılarındaki maksat Türk cemiyetini kötülemektir. Bütün kitapta Türk hükümeti hep rezil, çirkef olarak anlatılır. Bu kitapta çingeneler bile ülküleştirilirken (nedense Sabahattin çingeneleri pek sever) Türkler, yani kanı Türk olan bizler, yani bu vatanın kurucuları, sahipleri ve müdafileri olan insanlar hep kötü olarak gösterilir. Bu hikaye kitabının sonunda Sabahattin Ali’nin, sonradan ve acele ile eklendiği belli olan ince bir kağıt üzerine şu tavzihi var: “Bir Orman Hikayesi, Bir Firar, Candarma Bekir, Bir Siyah Fanila İçin, Komikişehir adlı hikayelerin Osmanlı İmparatorluğu zamanındaki Anadolu’yu anlattığı okunduğu zaman anlaşılmakta ise de bunun burada ayrıca tavzihine lüzum gördüm.”

    Halbuki mesela Komikişehir adlı hikayede cazbanddan ve danstan söz ediliyor (sf 199). Osmanlı İmparatorluğu zamanında dans ve cazband var mıydı? Görülüyor ki bu tevcil hiç de zekice bir tevil değil ve zavallı Sabahattin bu tevil ile tam bir Komikişehir olmaktan kurtulamıyor. Zaten onun komikliği yalnız bu kadar değil ki… “İçimizdeki Şeytan” ’ın bir yerinde “ hiçbir şeye inanmamak hususunda ” Ömer’le muhasebecinin mutabık olduğu söylendiği halde (sf. 79) başka bir yerde “topyekün inkar da ancak barbarların karıdır” deniliyor (sf 183). Bu tezadı Sabahattin dehası ile de izah etmek kabilse de ben yine onun komikliği ile tevil edeceğim. Hem de topyekün inkar barbarların değil seciyesizlerin, komünistlerin karıdır. Barbarlar muayyen prensipler inanmış insanlardır.

    “İçimizdeki Şeytan” ın dikkate değen taraflarından birisi içinde seciyesiz olarak gösterilmek istenen ediplerin ve milliyetperverlerin muhayyel tipler değil, Sabahattin’in ahbaplık ettiği mevcut insanlar olmasıdır. Bunlar arasında Profesör Hikmet diye gösterilen insan hakikatte tarihçi Mükrimin Halil’dir. Çünkü ikisi de Maraşlı’dır. İkisi de Anadoluludur ve Anadoluluları sever. İkisi de arkadaşlarına yardım etmekten hoşlanır. İkisi de daima Taberiden, Selçuklulardan, Arap müverrihlerden bahseder. İkisi de Bayezid meydanındaki kahvelerde oturur. Fakat Sabahattin Ali daima kötü bir maksatla hareket ettiği için Profesör Hikmet’i fena fikirli, vatan haini, yabancı devletler hesabına çalışan, faziletli gözüktüğü halde ırz düşmanı olan birisi olarak anlatmıştır. Lakin herkes bilir ki Mükrimin Halil aileye, namusa ve vatana en çok değer veren samimi bir insandır. O halde bunu acaba neden böyle yaptı? Konuşup da selam verdiği, yüzüne güldüğü bir insana bu şekilde hicviye yazmak gibi çirkin bir harekete Sabahattin niçin tenezzül etti? Bunun iki sebebi var:

    1- Mükrimin Halil Anadolucu milliyetperverlerdendir. Bütün hakiki milliyetperverler gibi aileye ve şecereye bakar. Halbuki Sabahattin daha ikinci göbekten bozuk çıkıyor ve Mükrimin’e göre değersiz bir insan olarak kalıyor.

    2- Mükrimin Halil bütün milliyetperverler gibi komünizme düşmandır ve şimdiye kadar liselerde verdiği tarih derslerinde şu sözü talebelerine sık sık tekrarladığı meşhurdur: “Her memlekette komünizm gibi vatan aleyhtarı fikirlere saplanacak birkaç orospu çocuğu çıkabilir. Vazifeniz bu fikirlere karşı tarihten ders ve örnek alarak mücehhez olmaktır.”

    Romandaki tiplerden muharrir İsmet Şerif de milliyetperver ve kafalı gözüktüğü halde boş, manasız, ahlaksız bir insan… Bunun da Peyami Safa olduğu anlaşılıyor. Sabahattin’in ona düşmanlığı da Peyami’nin milliyetçi ve tanınmış bir romancı olmasıyla izah olunabilir: Halbuki Sabahattin Ali varken Peyami hangi cesaretle roman yazabiliyor? O cahil ve kültürsüz olduğu ve milliyet gibi saçma bir fikre saplandığı için derhal susmalı, meydanı yüksek kültürlü Sabahattin’e ve içimizdeki öteki şeytanlara bırakmalıdır. Sabahattin, Peyami Safa’ya kininde o kadar ileri gidiyor ki onun ölmüş babasına bile diş uzatıyor. Bu sırtlanlık, zaten bütün komünistlerin müşterek vasfı…

    Romanda adı söylenmeyen Tatar suratlı herif ise ya profesör Zeki Velidi, yahut Abdülkadir İnan olacaktır. Çünkü bu adam “umumi harpten sonra dünyanın muhtelif yerlerinde teşekkül eden ve birkaç ay veya birkaç sene sonra batan küçük ve uydurma devletlerden birinde reislik yahut nazırlık yapan” birisidir (sf. 173) Sabahattin’in tanıdıkları arasında reislik veya nazırlık y

1 yazı görüntüleniyor (toplam 1)
  • Bu konuyu yanıtlamak için giriş yapmış olmalısınız.