Sümerler, Yaradılış Destanı ve İzleri

Dünyanın ve insanın yaratılması, insanın cennetten kovulması konusunda Sümerler ile eski Türklerin arasında çok benzer ve bazen mutabık denebilecek inançlar vardır. Yaratılış destanının Sümerlerdeki birkaç varyantı şöyledir:

1.Varyant : “Tatlı su sembolü olan AP-SU ile tuzlu su sembolu olan TİYAMAT adlı bir kadın devden gökler ve yer oluşur ve sonra ise gök tanrısı ANU, hava tanrısı EN-LİL ve deniz tanrısı EA türer. EN-Kİ’nin yarattığı bu üç tanrının da, günü, ayı ve yıldızları yarattıkları görülüyor.”


2. Varyant: “Başlangıçta yalnız su genişliği vardı. APSU (tatlı su) ile TİYAMAT (deniz, tuzlu su) beraber evreni ve tanrıları yarattılar. Sonra APSU tanrıların karşısına çıkmayı kastetti. Her şeyden haberi olan EN-Kİ onu yok etti. Öfkelenen TİYAMAT, tanrıların karşısında mücadele etmeyi kendi üstlendi. Tanrıların hiçbirisinin onun karşısında duracak gücü yoktu. Nihayet, EN-Kİ’nin oğlu MARDUK (Mar-Ud) TİYAMAT’ın karşısına mücadele etmek için kendisini teklif etti. Bunun için o, tanrılara birkaç şart önerdi.Meşveret için toplanan tanrılar MARDUK’un teklifini onayladılar ve ona yasal güç verdiler. Ağır savaşlar sonucu MARDUK TİYAMAT’ı yendi ve onun yarı gövdesinden göğü yarattı, sonra ayı ve yıldızları donattı. TİYAMAT’a güvenen bir tanrının kanından ise insanı yarattı. Sonra tanrılar meclisi onun bu başarısı onuruna ona şükranlarını sunarak onun için muhteşem bir tapınak inşa ettiler ve şenlik, toy tuttular.”


3. Varyant: Bu destanın yine bir varyantını Kramer, Sümer yazıtlarından sonuç çıkararak şöyle izah ediyor: Göğü ve yeri yaratan “Nammu” adlı bir hanım tanrıça olmuştur. Dünya bir biteviye dağ, bu dağın eteği yer ve zirvesi gök imiş. Gök tanrısı AN ve yer tanrısı KI olup onların ikisinden de hava tanrısı EN-LİL türemiştir. Başka bir rivayete göre, dünya bir ulu ağaç, onun başı gök ve tanrıların durağı, aşağı yer ve yaratıkların yaratıldığı mekân sayılır. Sümerlerin kutsal kenti “Nippur” En-Lil’in yurdu sayılmıştır. Kentin tapınağının sekisine ise “dur-an-kı” yani yer ile göğün arasındaki durak denilmiştir.”


4. Varyant: İnsanın yaratılışı: “Sümerin son dönemindeki ERİDU kenti ile ilgili mitin, insanın yaratılışına ait olduğu açıkça görülüyor. Bu mitin merkezine EN-Kİ’den yakın duran yoktu. O, akıl ve gaybın tanrısı derecesinde alkışlanmış (öğülmüş), ERİDU ve diğer Sümer kentlerin yöneticisi olan ME’leri idare etmiştir.


Yer tanrısı anlamında olan EN-Kİ yer altının iyesi (sahibi) makamında da görülmektedir. O, Babil’in tanrısı YAHVE gibi, yer yüzünü insanlaştırmak, insanları yeryüzüne yerleştirmek konusunda verdiği karardan sonuna kadar vazgeçmez. Sümerlerin verdiği bilgilere göre, EN-Kİ ağır ve derin uyuyor. Tanrılar ise onun ettiği kutsal ve ağır teklifin yükünün altında bağırıp çağırıyorlardı. Sonra annesi NAMMU ondan yol göstermesini istemek için yanına gider. EN-Kİ, sadece kendisinin annesi olmayıp belki gök ile yeri de doğuran ana tanrıça, NAMMU’ya, APSU’nun üstünde kil topraktan (balçıktan) bir diri varlık yapmasını önerdi ve tanrıların bu işte ona yardımcı olacaklarını söyledi.


Böylece insan, Sümer mitine göre Mezopotamya’nın yumuşak balçığından tanrıların yaptığı bir varlık olarak yaratılır. Tanrıça NAMMU onu bir top balçıktan yapar, sekiz tane tanrıça ise bu yaratma işinde ona yardımcı oluyorlar. Onların en güçlüsü olan ana tanrıça NİNMAH ise kendisinin hesaba katılmadığını zannederek, kendisine fazla güvenir, gurur hastalığına düşer ve kendisinin yaratma kabiliyetini ispatlamaya kalkar. Elbet, bu kötü düşünmeden vücuda gelen gazap (öfke) onu kör eder. (Öfke yüzünden iyiyi kötüyü teşhis edemez.) Yerin iyesi (sahıbı) EN-Kİ kendisinin yarattıklarını yok etmeden, sadece onlara kusur bulmakla yetinmeye razı olur. Öylece, NİNMAH balçığın kalanından yedi tane gövdesi özürlü, cins bakımından normal olmayan, hasta varlık yarattı. Onlar insan dünyasının güzelliğini bozmalıydı. Burada cennetten kovulmanın sebebi, insanın yaptığı hata olmayıp, tanrıçanın yaptığı kabalık olmuştur.


Bu hadiseyi tasvir eden metnin Landsberger tarafından yapılmış tercümesi şöyledir:


“Yukarıda gök adı olmadık çağda

Etekde yer adı olmadık çağda
Her şeyden ilk var olan ABSU (şekilsiz)
(Ve şekilsiz) şekil mayası TİAMAT, onlar her şeyi
doğurmuşlardı.
Onların suyu birbirine katıldı …
Tanrılardan hâlâ hiçbirinin türemediği çağda
Kimsenin ad ile çağırılmadığı, geleceklerin
Kesinleşmediği çağda,
O çağda tanrılar türetildi,
İlk LAHMU ve LAHAMU dünyaya indi.”

Bu metinle ilgili ünlü Türkolog Wilhelm Radlof’un (1837-1918) Türk halkları arasında topladığı materyallerden çok eski dönemlere ait destanlardan, Yaratılış Destanı şöyledir:

“Su, uçsuz bucaksız su!… Yalnız su yaratılmıştı. Zaman ve yer daha yaratılmamıştı. Sudan başka henüz hiçbir varlık yoktu. Evren, uçsuz bucaksız sularla kaplıydı. Yer gök yaratılmadan önce her şeyin su olduğu bu yokluk içinde bir Tanrı Kara Han vardı, bir de su”.

Tanrı Kara Han, beyaz bir iri kaz olmuş, bu uçsuz bucaksız suyun üstünde uçuyordu. Tüm varlıkların başlangıcı Tanrıların en büyüğü, insanoğlunun ilk atası Tanrı Kara Han, bu sonsuz boşlukta, can sıkıntısıyla uçarken, sulardan Ak Ana göründü. Tanrı Kara Han’a: “yarat” dedi.


Tanrı Kara Han, yalnızlığını gidersin, kendisiyle sularda yüzsün, boşlukta kendisiyle uçsun diye, kendine benzer “Kişi”yi yarattı. Tanrı da yaratma isteğini uyandıran bir kadındı, Ak Ana’ydı. Yaratanla yaratılan, biri ak biri kara, birlikte uçuyor, birlikte yüzüyorlardı. Kişi, Tanrı’dan daha yükseklerde uçmak istiyordu. Tanrı, Kişi’nin içinden geçenleri biliyor, kızıyordu buna. Kişi’nin uçma yeteneğini aldı. Sularda boğulmak üzereyken yalvardı Kişi: “Tanrım, bana üstünde durabileceğim bir yer yarat!” Tanrı Kara Han, “Yüksel!” diye buyurdu; Kişi’yi suların derinliklerinden yükselterek, bir yıldızın üstünde oturtarak boğulmaktan kurtardı. Tanrı Kara Han, uçmak kudretini kaybeden Kişi’nin yaşaması için yer yüzünü yaratmaya karar verdi. Suların ortasında sivri bir kaya yarattı.


Kişi, bu sivri kaya üstünde otururken sıkılıyor, derin sulara bakarken gözleri kararıyor, sulara düşüp boğulmaktan korkuyor ürperiyordu. Tekrar Tanrı Kara Han’a yalvardı.: “Üzerinde rahat yaşayabileceğim daha geniş bir toprak yarat!”

Tanrı, o zaman yeryüzünü yaratmaya karar verdi. “Suyun dibine dal, toprak çıkar” dedi. Kişi daldı; suların derinliğinden bir avuç toprak çıkardı. Tanrı Kara Han: “Saç toprağı suya!” dedi. Kişi, çıkardığı toprağı suyun yüzüne serpti. Tanrı: “Büyü!” dedi toprağa. Karalar, dümdüz, inişsiz, yokuşsuz ovalar büyüdükçe büyüdü. Kişi, kendisi için gizli bir dünya yapmak üzere bir parça toprağı ağzında saklıyordu. Tanrı Kara Han, bunu gördü: “Tükür!” diye emretmeseydi, Kişi boğulacaktı.

Kişi’nin ağzından saçılan topraklar yeryüzünü çukurlarla, bataklıklarla, dereler, tepeler, dağlar, inişler, yokuşlarla sardı. Tanrı Kara Han, dünyayı böyle bırakamazdı; bitkilerle hayvanları da yarattı. Neler yapmaları, neler yapmamaları gerektiğini bildirdi. Kişi’ye ağzındaki toprak yüzünden kızmıştı; onu o “ışık evreni”nden kovdu: “Senin adın bundan sonra erlik (şeytan) olsun!” dedi. Kişi’yi yer altındaki karanlıklara sürdü; sonra bağışladı. Erlik yalnız mı kalsındı. Tanrı Kara Han, dokuz dallı bir ağacın her dalından dokuz cins insan yarattı. Erlik’e dedi ki: “Ben insanlara buyruğumu bildirdim. Neleri yapmaları, neleri yapmamaları gerektiğini biliyorlar. Git onları kendine çağır. Benim buyruklarımı dinleyenler benden, senin buyruklarını dinleyenler senden olsun!.”

Şeytan, insanları kendisine çekmesini, kötülüklere sürüklemesini, Tanrı Kara Han aleyhine kışkırtmasını biliyor, onları Tanrı buyruğundan çıkarıyordu. Tanrı Kara Han buna kızdı, Erlik’i tekrar toprak altındaki karanlıklar dünyasının üçüncü katına sürdü; kendisi de göğün on yedinci katındaki nur âlemine çekildi. Yarattıklarını başıboş bırakmamak, onları doğru yola döndürmek, insanları Erlik’ten kurtarmak için bir meleğini gönderiyordu.

Tanrı Kara Han’ın oturduğu nurlu âlemi gören Erlik, birçok yakarışlarla gökle yer arasında Tanrı katına benzer bir dünya yaratmayı başardı. Bu dünyanın kötülüklere saptığını gören Tanrı Kara Han, Erlik’in dünyasını yıkmak için “Mandişire”yi yeyüzüne musallat etti. Mandişire, korkunç gök gürültüleri, depremlerle kudretli mızrağıyla dünyayı darmadağın etti bıraktı. Tanrı Kara Han, Erlik’i dünyanın en alt katında, ışıktan, güneşten, ay ve yıldızlardan yoksun bıraktı.”


Bu konu ile ilgili pekçok mitoloji kitabında ve edebiyat tarihlerinde farklı örnekler de bulunabilir.

İnsanın Tufan’dan sonra yaratılması konusunda eski şamanlığı muhafaza etmekte olan Altaylılar arasındaki bir mitte de şöyle denilmektedir: “Tufan’dan sonra ÜLKEN insanı yeniden yaratmaya karar verdi. Bir kırmızı fincanın içine bir gök renkli gül koydu. Kardeşi ERLİK bu gülün bir parçasını çaldı ve ondan bir insan yarattı. ÜLKEN bu işten incindi ve ona şöyle dedi: “Senin yarattıkların kara kayış kuşaklı ve kara olsunlar.” Sonra tekrar “benim yarattıklarım Doğu’ya senin yarattıkları Batıya gitsin.” dedi. ERLİK’in yarattığı insanlar deriden bir büyük davul yaptılar ve yeryüzünde ilk olarak şaman törenini kurdular.”

İşte dünyanın yaratılışı konusundaki mitlerde Türkistan’daki atalarımızın ve Mezopotamya’da Sümerlerin arasındaki varyantlarını gördük. Bunları karşılaştırdığımızda aralarında çok ilginç benzerlikler görüyoruz. Örneğin, onların ikisinde de başta dünyada sudan başka bir şey yok. Başka şeylerin hepsi sudan yaratılıyor. Tanrılar ile dev ya da şeytanların (iyi ile kötünün) aralarında devamlı bir mücadele sürüyor. Ve nihayet tanrıların galibiyeti ile sonuçlanıyor. İki varyantta da yaratılanların tanrıların cennetinden kovulmasının sebebi benzerdir. Yani, onların gururundan, tanrılar ile yarışmak istemelerinden kendilerine özel dünya yaratmak için yaptığı girişimlerden dolayıdır. İki varyantta da Tanrılar henüz insanlardan çok farklılaşmamış, insana benzer ancak insanüstü güçlerdir.


Günümüzde tarihçiler için genellikle dinlerin, bu cümleden olarak, kutsal kitapların, Kitab-ı Mukaddes’in tahminen 3500 yıl önce yazılmaya başlanması, Hristiyan dininin de kökünün Doğuda olması kabul görünmektedir. Bu konuda NewYork uluslar arası Kitab-ı Mukaddes’i Öğretme Cemiyeti tarafından yayımlanmış “Good News to Make You Happy” adlı kitapta şu bilgiler var: “Kitab-ı Mukaddes’in çoğunlukla neşir merkezi Batı ise de gerçekte o bir Doğu kitabıdır. Onun yazılmasında payı olan insanların hepsi doğuda olmuşlar ve Orta-Doğu’da yaşamışlardır. Ondaki olayların hepsi Doğuda gerçekleşmiş, doğu gelenek ve göreneklerini yansıtmaktadır. Örneğin, Kitab-ı Mukaddes insanın yaratıcısını kendi sürüsünü yürekten sevip koruyan ve besleyen Doğu çobanı gibi gösteriyor:


“Fakat kapıdan giren koyunların çobanıdır. Kapıcı ona açar ve koyunlar onun sesini işitirler; o da kendi koyunlarını adları ile çağırır ve onları çıkarır. Bütün kendininkileri dışarı çıkarınca onların önünde yürür; ve koyunlar ardınca giderler; zira sesini tanırlar. Ve yabancıların ardınca gitmezler, fakat ondan kaçarlar; çünkü yabancıların sesini tanımazlar.” (Kitab-ı Mukaddes, Yuhanna 10, 2-5) “Baba beni tanıdığı gibi ben de Babayı tanıdığım gibi, benimkiler de beni tanırlar; ve koyunlar uğruna canımı veririm (Yuhanna 10: 15).


Nuh Tufanı


Şimdiki dinlerin hemen hepsinin kutsal kitaplarında bulunan Nuh Tufanı Destanı ile ilgili kısımlara dikkat edersek, temel düzeni bir olup çeşitli varyantlarda beyan edildiğini görürüz. Bizim bildiğimize göre bu destanın ortaya çıkışı konusunda iki görüş vardır. Birincisi, onun ortaya çıkışı 4. jeolojik zamanın sonlarındaki dünyanın hemen hemen hepsini su bastığı, buzulların eriyip, devamlı yağışların olduğu, ırmakların coştuğu döneme aittir. İkinci görüş, bu destanın Sümerler zamanında ortaya çıktığını savunmakta’dır. Aslında Avrupalıların ilgisini Mezopotamya’ya çeken şey de onların yüzyıllardır Kitab-ı Mukaddes’ten öğrendikleri bu destanın Sümerlerin çivi yazılı metinlerde bulunması idi. Bu konuda İranlı tarihçi Ravendi şöyle yazar: “M.Ö. 2300 yıllarında bu yurdun (Sümer Yurdunun) şairleri ve bilim adamları kendi tarihlerini yazmayı düşünürler. Şairler, yaratılış, ilk cennet ve bunun gibi de hakanların birinin azgınlığı sebebiyle korkunç tufanın bu cenneti gark etmesi konusunda destanlar türetmişlerdir. Bu destanı Babilliler ve İbraniler alırlar, onlar vasıtasıyla Hıristiyanların dinî inançlarının bir parçası hâline dönüşür.”


Yukarıdaki fikirlerin ikisinin de doğru olması muhtemeldir. Yani bu destanların çok eski dönemlerde ortaya çıkıp daha gelişmiş hâlde yazıya geçmiş olması mümkündür. Çünkü onların hepsinin genel teması insanların belli bir azgınlığından dolayı tanrıların gazabına maruz kalmasından ibarettir. Biz böyle bir benzerliği yukarıda Yaratılış Destanı’nda da görmüştük. Bu konuda Uhlig şunları yazar: “Sümerlerin çivi yazılarında da Kitab-ı Mukaddes’in eski metinlerinde de Nuh Tufanı’nı görürüz. Onların ikisi de büyük bir viran kalma durumunu ve onun kasıtlı olarak yapıldığını açıkça ortaya koymaktadırlar.”


Türkmenlerde de bazen ay ve güneş tutulması, deprem gibi büyük doğal olaylar olmasının nedenini kendilerinin bir azgınlığı sonucu tanrı tarafından bir uyarı olarak düşünüyorlar ve yakalarına tükürerek “tu tu” diyerek tövbe ediyorlardı. Nuh Tufanı’nın Türk halkları arasındaki bir varyantının teması şöyle: “Yakın gelecekte kopacak tufanı herkesten önce bir gök tüylü teke haber verdi. Gök tüylü teke yedi gece, yedi gündüz dünyanın dört bucağını dolaştı ve yüksek sesle duyurdu (car çekti), bundan sonra yedi gün deprem oldu ve yedi gün dağlar ateş püskürdü, yedi gün yağmur, dolu ve kar yağdı, yedi gün tufan koptu ondan sonra korkunç soğuklar başladı. Yedi kardeş vardı, Tufanın kopacağı onlara haber verilmişti. Onların en büyüğünün adı ERLİK, bir diğerinin adı da ÜLKEN idi. Onlar yedi kardeş olarak bir gemi yaptılar ve her tür hayvandan bir çift gemiye aldılar. Tufan bittikten sonra bir horozu bıraktılar, soğuğa dayanamayıp hemen öldü. Sonra bir kazı suya bıraktılar kaz dolaşıp gemiye geri dönmedi. Üçüncü kez kargayı bıraktılar o da geri gelmedi. Bir leş bularak onunla ilgilenmişti. Yedi kardeş yere, kıyıya yetiştiklerini anlayarak gemiden indiler.”


Bu destanın Altaylardan öğrendiğimiz bir varyantı da şöyle: “ÜLKEN dünya üzerindeki NOMA adında bir adama tufan olacağını söyleyerek gemi yapmasını bildirmiştir. NOMA’nın Balıksa, Sarvul, Soozunuul adında üç oğlu vardı. Bunlarla bir dağın tepesinde gemi yaptılar. İçerisine insan ve yaratıklardan birer çift aldılar.”


Bu destanın Sümerlerdeki varyantının teması şöyle:

Tanrılar bir tufan göndererek insanı yeryüzünden yok etmek için anlaşıyorlar. İnsanı cehennemin o tarafındaki topraktan yaratan EN-Kİ, onu bu tehlikeden kurtarmak istiyor. EN-Kİ Sippar kentinin takva hakanı ZİU-SUDRA’nın yanına vararak onu tanrıların bu düşüncesinden haberdar ediyor. ZİU-SUDRA (Nuh) bir gemi yaparak her cinsten yaratıktan birer çift gemisine bindiriyor …..

Korkunç tufan kopuyor ve gemi altı gece, altı gündüz büyük dalgalarla boğuşarak yedinci gün güneş tanrısı UTU yer ve göğü ışıklandırıyor, tufan sona eriyor, ZİU-SUDRA, UTU’nun önünde diz çöküp bir öküz kurban kesiyor ve bir de koyun keserek ziyafet veriyor…..

ZİU-SUDRA varıp EN-LİL ve ANÛ’nun önünde diz çöküyor. O insanı ve diğer yaratılanları tehlikeden kurtardığı için ebedî yaşayışa eriyor. Bu geminin akibeti yazılı levhaların bozulması dolayısıyla belli değildir. Ancak, metnin diğer bir bölümünde ZİU-SUDRA ve diğer canlı hayvanların kurtulmasının ardından tanrıların buyruğu ile DİLMUN topraklarında yerleşiyorlar ve böylelikle yeni yaşam Dilmun’da başlıyor. Bu destan sonraları Akkad, Babil ve Asurların mitlerinde mükemmelleşiyor.”

Bu destan Sümerlerde Gılgamış Destanı ile karışıyor (ne demek istendiği anlaşılmıyor). Onun diğer bir varyantında ZİU-SUDRA bu haberi işittikten hemen sonra onu Gılgamış’a duyuruyor.

Destanın yukarıdaki Sümer ve Türkî varyantlarının ana teması bir olmakla beraber, buna ek olarak, destanın asıl kahramanı olan Nuh’un adı ve lâkabı iki varyantta da benzerdir. Yani, Sümer varyantında Nuh’un Ziu-sudra Türkî varyantında Noma’nın oğlunun adı Soozunul isimleri benzerlik göstermektedir. Bunun gibi de Nuh ile Noma sözcükleri hem yansıma bakımından yakın, hem de yukarıda tarih bölümünde söz edildiği gibi, NU sözcüğünün Sümer dilinde de Türk dilinde de insan anlamında kullanılması anlamlıdır.

Bu destanın Mezopotamya varyantına bakalım. Ancak bu metinlerin Sümerlerden sonraki dönemlerde geliştirilmiş metinlerden çevrilmiş olması muhtemeldir. Çünkü metinde bazı Sümer isimleri yerine sonraki Samîlerin değiştirdiği isimler yer almıştır.


Ey kamıştan çit, ey kamıştan ev, ey duvar

Ey kamıştan ev, dinle: Ey duvar, anla:
Ey Şuruppak’ın adamı, Ubar Tudun’un oğlu
Evi yık, bir gemi yap.
Serveti terket, hayatı kazan.
Mülkten nefret et, hayatı kurtar.
Bütün hayvan tohumlarını gemiye getir.
Yapacağın geminin
Bütün büyüklükleri ölçülü olacaktır.
Uzunluğu ve genişliği aynı olacaktır.
Sonra onu sulara indir.
Anladım ve efendim, Ea’ya dedim:
Evet efendim, emrettiklerini
Hürmetle karşıladım. Onları yapacağım.
Fakat şehre, halka ve ihtiyarlara ne diyeceğim?
Ea ağzını açtı ve konuştu
Ve kullarına, bana dedi:
Sen ey insan, onlara şöyle diyeceksin:
Tanrı Enlil bana karşı fena fikir besliyor.
Bu yüzden artık şehrinizde oturmam
Ve bundan sonra yüzümü artık Enlil toprağına
Çevirmeyeceğim
Tanrım Ea ile yaşamak üzere suların içine ineceğim.
Fakat, o sizin üzerinize servet yağdıracaktır
Bir sürü kuş, bir yığın balık
….. Bol bir ürün,
Lütûfları
….(Başınıza inecek) dolu yağacaktır.
(Şafak sökünce)…..
…..(Tablette birkaç satır kırılmış ve okunamamıştır).
Güneş batmadan (?) geminin yapılması bitmişti.
….Müşküldü.
Gemiyi yapanlar gemiyi… yukarı ve aşağı
götürdüler.
İki sülüsanı idi (üçte iki)
Benim olan bütün şeyleri ona (gemiye) yüklettim.
Benim olan bütün hayvan tohumlarını ona yüklettim.
Bütün ailemi ve akrabamı gemi içine aldım.
Ova sürülerini, kır hayvanlarını, bütün sanat adamlarını içeriye
aldım. Tanrı Şamaş, bana bir zaman kararlaştırmıştı (diyerek):
…Gönderen, akşam üstü bir dolu yağdıracak.
O zaman gemiye gir ve kapını kapat.
Gösterilen zaman yaklaştı.
…. Gönderin, akşam üstü dolu yağdırdı.
Yaklaşan boranın manzarasını seyrettim.
Buna bakarak dehşetli bir korkuya kapıldım.
Gemiye girdim ve kapımı kapadım.
Geminin dönencisi, gemici Puzur, Enlil’e (…)
Büyük evi (gemiyi) bütün içindekilerle ona emanet etti.
Sabahın ilk ışığında.
Göklerden kara bir bulut çıktı.
Onun içerisinde Tanrı Adat görülüyordu.
Nabu ve Sarruh (Marduk) önden gidiyorlardı
Nidâ edici olarak tepe ve ovalar üzerinde
yürüyorlardı.
İrragal (Nergal) geminin kazığını kırdı.
En-Urta (İnurta), ilerdeki kasırgayı indirdi.
Annuanaki’ler ışıklarını parlattılar.
Parıltılarıyla yeri aydınlattılar.
Adat’ın kasırgası gökleri süpürdü.
Her ışık parıltısı karanlığa döndü.
….Yer sanki….bitmişti.
Bütün gün (Sağanaklar indi)…
Süratle yükseldi….Su, dağlara yetişti.
(Sum) Halka bir savaşçı gibi hücum etti.
Kardeş kardeşi görmüyordu.
İnsan göklerde tanınmıyordu.
Tanrılar kasırgadan ürkmüşlerdi.
Onlar Anû’nun göğüne çekildiler.
Tanrılar köpek gibi duvara büzülmüşlerdi.
Tanrıça İştar doğuran bir kadın gibi bağırıyordu.
Tanrıların sonuncusu tatlı bir sesle şöyle feryat ve figan ediyordu:
O gün çamura döneydi
Zira ben, tanrılar heyetine fenalık teklif ettim
Tanrılar heyetine ben nasıl fenalık ettim?
Halkımın yok edilmesi için ben nasıl savaş teklif ettim?
Halkımı ben mi yarattım?
Ki onları ufak balıklar gibi denize atabileydim.
Tanrılar yere kapandılar ve oturup ağladılar.
Ağızları sımsıkı kapanmıştı.
Sekiz gün ve gece.
Fırtına bütün şiddetiyle devam etti ve kasırga
memleketi bitirdi.
Yedinci gün kasırga, bora ve yağış durdu.
Ki bir ordu gibi mücadele etmişti.
Deniz sakinleşti, yırtıcı rüzgâr dindi, kasırga kesildi.
Gündüz olunca dışarıya baktım, sesler kesilmişti.
Ve insanlık çamura dönmüştü.
Bütün yer dümdüz olmuştu.
Pencereyi açtım ve ışık yüzüme çarptı.
Yere kapandım, oturdum ve haykırdım.
Gözyaşlarım yanaklarımdan aşağıya akıyordu.
Dünyanın dört tarafına baktım. Etrafı kaplayan suların sınırlarına baktım.
Oniki ada tepeleri görünüyordu.
Gemi Nisir (….) dağının üzerine oturdu.
Nisir dağı gemiyi tuttu ve kımıldatmadı.
Birinci günde, ikinci günde, Nisir dağı gemiyi tuttu.
kımıldatmadı.
Üçüncü gün, dördüncü günde Nisir dağı gemiyi tuttu ve
kımıldatmadı.
Beşinci günde, altıncı günde Nisir dağı gemiyi tuttu ve
kımıldatmadı.
Yedinci güne gelince,
Bir güvercin çıkardım ve salıverdim.
Güvercin uçtu ve (sonra) geri geldi.
Üzerine konacak yer bulamadığından geri geldi.
Bir kırlangıç çıkardım ve salıverdim
Kırlangıç uçtu ve (sonra) geri geldi.
Üzerine konacak yer bulamadığından geri geldi.
Karga uçtu, alçalan suları gördü.
Yedi sulardan geçti (?) yükseldi (?) geri gelmedi.
O zaman her şeyi çıkardım. Her tarafa yaydım ve bir
kurban kestim.
Dağın tepesinde bir adak sundum… yakut mücevherleri asla unutmadığım gibi,
Bu günleri daima düşünecek, ve onları asla unutmayacağım.
Tanrılar Adat’a gelsin.
Fakat Adat’a, Enlil gelmesin.
Çünkü düşünmedi ve kasırgayı çıkardı.
Ve halkımı yok etmek için, onun üzerine salıverdi.
Enlil yaklaşınca
Gemiyi gördü, o zaman Enlil suratını astı.
Tanrılara, İgigi’ye karşı öfkelendi (ve dedi)
Hayatını kurtarabilen birisi mi var?
O, sağ kalmayacaktır.Umumî harabiyette hiçbir insan sağ kalmayacaktır.
O zaman En-Urta ağzını açtı ve konuştu.
Ve savaşçı Enlil’e dedi:
Ey tanrılar prensi, ey savaşçı!
Sen nasıl hiç düşünmeden bir kasırga çıkarabildin,
Günahkâr olanın günahı kendi başına insin.

Total
0
Shares
Bir yanıt yazın
Önceki
Sümerler Türktür Tarihte Türklerle başlar

Sümerler Türktür Tarihte Türklerle başlar

Sümerler, Mezopotamya’ya Orta Asya’dan göç ederlerken kültürlerini

Sonraki
Sümerler ve Gılgamış

Sümerler ve Gılgamış

Sümer destanı Gılgameş’teki (Sümer varyantı Bılgames, Bılgamış) isimlerin

İlginizi çekebilir