İlk Türk Devletlerinde Kültür ve Uygarlık

 

1) Toplum Yapısı

İlk Türk devletlerinde toplumun yapısı, Orhun Yazıtlarında şöyle sıralanmıştır:

– Oğuş (Aile)
– Urug (Aileler Birliği – Sülale)
– Boy (Uruglar Birliği)
– Bodun – Budun (Boylar Birliği)
– İl (Devlet)

Oğuş (Aile)

Türk toplumunun en küçük sosyal birimi aile (Oğuş) dır. Aile genelde; anne, baba ve evlenmemiş çocuklardan meydana gelirdi. Evlenen kız veya erkek, ailesinden ayrılarak ayrı bir ev kurardı. Türkçede evlenmek sözünün anlamı da ev kurmak, ev sahibi olmak demekti. Ailede en küçük erkek kardeş, genellikle baba ocağında kalırdı. Türk toplumunda kadın, genelde erkekle eşit haklara sahipti. Türk kadını erkeğin gördüğü bütün işleri görür, aile denilen kutsal çatıyı meydana getirirdi. Erkeklerin tek kadınla evlenmesi yaygındı.

Urug (Aileler Birliği – Sülale)

Türk toplumunda ailenin birleşmesinden Urug ( Sülale) meydana gelirdi. Aileler birliği anlamına gelen urug, genellikle birbirine yakın akrabalık bağlarıyla bağlı olan ailelerden oluşurdu. Sosyal ve ekonomik yönden birbirine destek olan aileler birleşerek bir araya gelir, urug ile ilgili kararlar, aile reisleri tarafından alınır ve uygulanırdı. Uruglar, bağımsız bir yapı olmayıp, siyasi yönden bir boyun parçası idiler.

Boy (Uruglar Birliği)

Urugların birleşmesi ile boy meydana geliyordu. Boy, siyasi bir nitelik taşır ve başında bey bulunurdu. Boy beyleri, başında bulunduğu topluluğu, töreye göre idare ederdi. Boy beylerinin görevi boyun çıkarlarını korumak, adalet ve dayanışmayı sağlamaktı. Boy beyi cesareti, ekonomik gücü ve doğruluğu ile tanınmış kimseler arasından seçilirdi. Boy beyini, boyu meydana getiren aile temsilcilerinden oluşan bir kurul seçerdi. Her boyun belli toprağı ve askeri gücü bulunurdu. Boylar genellikle soy ve dil birliğine sahiptiler. Ayrıca her boyun özel bir damgası bulunurdu.

Bodun – Budun (Boylar Birliği – Millet)

Boyların birleşmesinden budun (bodun) oluşur ve başında yönetici olarak han bulunurdu. Han’ın başkanlığında bir merkezden idare edilen bodun, siyasi yönden bağımsız olduğu gibi il’ e de bağlı olabilirdi. Bodunlar, boyların yakın işbirliği sonucu meydana gelen siyasi bir topluluktu.

İl (Devlet)

Bodunların (Budun-millet) birleşmesiyle il (devlet) meydana geliyordu. İl, belli bir toprağı, halkı, hukuki düzeni olan siyasi bir topluluktu. İl dağıldığında, onu oluşturan alt birlikler aynen özelliklerini korurlardı. Bu yüzden, Türklerde yıkılan bir devletin yerine yenisini kurmak hiç zor değildi. Eski Türklerdeki bu sosyal teşkilat, Türklerin tarih sahnesinden silinmemesinde önemli rol oynamıştır. İlk Türk devletlerinde, Uygurlar hariç, diğer Türk topluluklarında göçebe bozkır hayatı hakimdi.

Türk devletlerinde toplum ekonomik ve dini özgürlüğe sahipti. Otlaklar ve yaylalar dışında, kişiler sahip oldukları mallarını istedikleri gibi özgürce kullanabilirlerdi. Türk toplumunda soyluluk (asillik) ve kölelik gibi sosyal sınıflar da yoktur.

 

2) Devlet Yönetimi

İslamiyet’ten önceki Türk topluluklarında siyasi yapının en üst kademesinde “il”, “el” denilen devlet yer alıyordu. Belirli sınırlara sahip toprak parçası üzerinde bağımsızlığını elinde bulunduran bir milletin teşkilatlanması devleti oluşturmaktadır. Türkler, devlet arazisini bütün milletin canı pahasına korumakla görevli olduğu ata yadigarı olarak görür, üzerinde ancak hür ve bağımsız yaşayabildikleri toprağı vatan kabul ederlerdi. Devletin başında hakan (han-kağan) bulunurdu. Türklerde devletin kurulabilmesi için gerekli bazı unsurlar vardır. Bunlar millet, ülke ve egemenliktir.

Millet ( Budun)

Daha önce de belirtildiği gibi aileler urugları, uruglar da boyları meydana getiriyordu. Boyların birleşmesiyle de budun (bodun) denilen millet ortaya çıkıyordu. Türklerde millet kavramı çok gelişmiştir. Millet, devletin esas kurucu unsuru olarak düşünülürdü. Hükümdar milleti için vardı ve onu başarılı kılan milletti. Millet olma bilinci Türklerde Hunlar zamanında ortaya çıkmış, Göktürkler döneminde de olgunlaşmıştır.

Ülke (Uluş)

Türklerin uluş dedikleri ülke; bağımsız bir devletin bütün hak ve yetkilerini kesin bir şekilde kullandığı, sınırları belirli coğrafi sahadır. Ülkesi (toprağı) olmayan bir millet ve devlet düşünülemez. Türklerde ülke daima bütünlüğünü korumuştur. Mete Han, kendisinden çorak bir arazi parçasını isteyen Tung-hulara, millete ait toprağı başkasına vermeye yetkili olmadığını söyleyerek savaş açmıştır. Türklerde ülke, vatan anlayışı daima siyasi bağımsızlık fikri ile beraber düşünülmüştür. Nitekim bağımsızlıkları sona erdiğinde Türkler topraklarını kolayca terk edebiliyorlardı.
Egemenlik (Erklik – hakimiyet)

Egemenlik; devletin emretme, icra etme, hak, yetki ve kudretine sahip olma durumudur. Bir başka deyişle, devletin siyasi otoritesinin kaynağıdır. Devlet kurulduğunda egemenlik gücü, devletin askeri, idari ve siyasi kurumları aracılığıyla yürütülmektedir.

Belgeler, Türk egemenlik anlayışının karizmatik anlayış olduğuna yani, Türk hükümdarlarına devlet idare etme hakkının Tanrı tarafından verildiğini belirtir. Tanrı vergisi kabul edilen siyasi iktidar kut kavramı ile ifade edilmiş, hükümdarın şahsı ve ailesi kutlu sayılmıştır. Yani siyasi iktidar hakkı, diğer insanlar arasından seçilmiş hükümdara ve ailesine verilmiştir. Kut kavramı bir bakıma ilahi seçkinliğin bir ifadesidir. Hükümdar, Tanrı irade ettiği, kendisine kut yani devlet, baht ve iyi talih verdiği için hükümdardır ve siyasi iktidara sahiptir.

Türklerde hükümdarın ailesine hanedan denilmiştir. Egemenlik anlayışının bir sonucu olarak da hükümdarlık bir aile mirası kabul edilmiştir. Tanrı bağışı olan kut’un kan yoluyla hükümdardan bütün erkek çocuklarına geçtiği düşünülmüş, bundan dolayı da hanedanın her üyesi tahtta hak iddia edebilmiştir. Hükümdar olmak için hanedan üyelerinin birbirleriyle yaptıkları mücadelede, üstün gelerek tahta fiilen sahip olanın gerçek kut ile donatıldığına inanılmıştır.

Türk devletlerinde egemenliğin devamı, siyasi ve ekonomik devamlılığa, aynı zamanda adalet düzeninin ve güvenliğin varlığına bağlıydı. Devletin başındaki hükümdar, hanedanın diğer üyelerini ülkenin çeşitli idari bölümlerine gönderirdi. Orta Asya Türk devletlerinde, hakanlar genellikle ülkenin doğusunda otururlar, batıya da aileden birini yabgu unvanıyla gönderirlerdi. Diğer yörelere de idareci olarak ailenin diğer fertleri atanırdı.

Türk devletlerinde egemenliği temsil eden bir takım semboller vardır. En önemli egemenlik sembolleri; hükümdarın kullandığı unvanlar, adına bastırdığı para, devletin yönetildiği saray, taht (örgin), otağ (hakan çadırı), tuğ, mühür, bayrak, davul, yay ve sorguç idi. Bu semboller sadece hükümdar tarafından kullanılabilir, başkaları tarafından kullanılamazdı. Kullanılması hükümdara isyan etme ile eş anlamlıydı.

 

Hükümdar

Türk devletlerinde egemenliğin ve siyasi iktidarın en başta gelen unsuru hükümdardı. Türk hükümdarları; Şanyü, Kağan, Hakan, Han, Yabgu, İl-teber, İdi-kut ve Erkin gibi unvanlar kullanmışlardır. Hükümdar olmanın kaynağının ilahi olduğunu daha önce görmüştük. Ancak, Türk devletlerinin en zayıf yönü, veraset (mirasta hak sahibi olma) konusunun belli bir kurala bağlanmamış olmasıydı. Kutlu hanedan soyundan olanlar hükümdar olabiliyordu. Tanrı tarafından hakana verildiği düşünülen yönetme hakkı (kut), kan yoluyla babadan erkek çocuklara da geçiyor, bu da tüm çocuklara, taht üzerinde hak sağladığına inanılıyordu. Tarih boyu hanedana mensup Türk hükümdarlarının tahta çıkışı başlıca dört şekilde gerçekleşmiştir:

a) Hanedan üyeleri arasındaki siyasi ve askeri mücadeleyi kazanan hükümdar olarak tahta çıkıyordu. Türk tarihinde, tahta çıkmada en sık rastlanan usul bu idi. Mücadele, kardeşle kardeş arasında olabileceği gibi amca ile yeğen, baba ile oğul arasında da olabiliyordu. Türk kültüründe ana-babaya itaat esas olmakla birlikte hükümdar bunun dışında tutulmuştur. Babasını devirip tahtı ele geçiren hiçbir Türk hükümdarını kamuoyu suçlamamıştır.

b) Hükümdarın rakipsiz aday olması kolayca tahta çıkmasını sağlıyordu.

c) Hükümdarın tahta çıkmasındaki diğer şekil ise seçim usulü idi. Hükümdar ölünce, yüksek dereceli meclis (kengeş, toy, kurultay veya meşveret meclisi) toplanır, hanedan üyelerinden birini hükümdar seçerdi. Meclis desteğini alan hanedan üyesi genellikle hükümdar olurdu.

d) Hükümdarın tahta çıkışında uygulanan diğer bir sistemde ekberiyet sistemi idi. Bu sistem uzun süre tartışılmış, sonunda XVII. yüzyıl başında Osmanlı İmparatorluğu hükümdarı I. Ahmet (1603-1617), kardeş katli geleneğine son vererek ekber ve erşed (hanedan üyelerinin ekber; büyük olanının erşed ise, en akıllı ve sağlıklı olanının hükümdar yapılması) sistemini uygulamıştır.

Belirtilen tahta çıkış şekillerinin hepsi de Türk töresi çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Türk örf hukuku da denilen Türk töresi, Türk devlet ve sosyal hayatını düzenleyen hukuki kuralların bütünü idi. Yazılı olmayan bu kurallar, Türk topluluklarında canlılığını sürdürmüş ve vazgeçilmez olmuştur. Türk töresinin vazgeçilmez prensipleri arasında; adalet, iyilik, eşitlik, güzel ahlak, haksızlığa karşı durmak, tüm insanlara karşı merhametli olmak ve tolerans sayılabilir.

Türk hükümdarı görünüşte, yaptıklarından ancak Tanrı’ya karşı sorumlu idi. Fakat hükümdarın töreye aykırı hareket etmesi de zordu. Töreye aykırı hareket eden hükümdar Türk toplumunca Tanrının kut’u ondan geri aldığı inancıyla, tahttan indirilirdi. Görüldüğü gibi Türk töresi, Türk varlığını tamamen kuşatmıştı. Bu yüzden eski inanışta “İl gider, töre kalır” denilerek, törenin devletten bile önde geldiği vurgulanmıştır.

Türk devletinin başında bulunan hükümdarda birtakım özelliklerin de bulunması gerekiyordu. Bu özellikler; bilgelik (akıllılık), alplik (cesaret ve kahramanlık), erdemlilik ve adillik idi. Bu değerlere sahip olan hükümdar, halkının hak ve hukukunu gözeterek huzur ve sükunu sağlardı. Göktürk Kitabelerinde belirtildiği gibi, Türk hükümdarlarının görevleri şunlardır:

“Tebaa (halk) aç ise doyurmak, çıplak ise giydirmek, sayıca az ise çoğaltmak, halkı refah içinde yaşatmak, töreyi (kanunları) düzenleyip uygulayarak, mali istikrarı, dirlik ve düzenliği sağlamak, adaleti temin etmekti.”

Göktürk Kitabelerinde Türk hükümdarı, dünya hükümdarı olarak kabul edilmiştir. Dünyanın tek bir elden yönetilebileceği ve bunun Türk idaresi altında olacağı fikri, Türk tarihinin başlangıcından beri vardır. Bunu bazı tarih araştırmacıları “Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi (Düşüncesi)” diye ifade etmiştir. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de varlığını koruyan bu düşünce, sadece Türklere has bir düşünce değil, tarihten günümüze kadar kurulan ve çok güçlenen bütün devletlerde Dünyayı (Roma İmparatorluğu, Büyük İskender Devleti, İngiltere, Fransa, Almanya, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, ABD vb. gibi) tek elden yönetme fikri vardır.

 

Hatun (Katun)

Türk devletlerinde hükümdarın eşine hatun denirdi. Hükümdarın en başta gelen yardımcılarından biri eşleri idi. Devlet yönetiminde de söz sahibi olan hatun, gerektiğinde devlet başkanlığı yapar, elçileri kabul eder ve devlet meclisine katılabilirdi. Hatta bazı hükümdar fermanlarına bile imza attıkları olurdu. Türk hükümdarları Çinli prenseslerle siyasi evlilikler yapmışlarsa da, ancak oğulları hükümdar olan ilk eşler (hatunlar) ise genellikle Türklerden seçilmiştir.

 

Meclis ve Hükumet

Türk devletlerinde, devlet işlerinin görüşülüp karara bağlandığı meclise “toy”, “kurultay” veya “kengeş” adı verilmiştir. Bu meclisler, yılın belli zamanlarında toplanırlar ve devletin ana meselelerini görüşürlerdi. Hakan, meclisin tabii başkanıydı. Hakanın katılmadığı zamanlarda meclise aygucı denilen vezir başkanlık ederdi. Aygucı; bu günkü başbakan seviyesindeki kişi olup hükümdar adına faaliyette bulunur, gerektiğinde ona hesap verir ve muntazam olarak da hükümdarla görüşebilirdi. Meclise asker-sivil bütün devlet adamları, boy beyleri, bağlı bulunan çeşitli kavimlerin yöneticileri ve hükümdar eşleri katılırdı. Meclis, genellikle hükümdarların ölümlerinden sonra, savaş ve barış kararlarının alınacağı zamanlarda ve milli felaketlerde toplanır, en üst düzeyde kararlar alırdı.

Meclislerin yanı sıra siyasi teşkilatlanmanın en önemli kurumu hükumet (Ayuki) idi. Hükumet, hükümdarın emirlerini ve meclisin kararlarını uygular, icraat yapardı. Hükumetin, her biri değişik işlerde görevli üyelerine buyruk (bakan) deniliyordu. Tamgacılar ise, devletin çok önem verdiği dış siyaset işlerini yürüten görevlilerdi. Bunlardan başka, ülkenin denetim ve vergi işleriyle ilgilenen tudun unvanlı görevlileri de vardı.

 

İkili Teşkilat

Türklerde ilk devlet teşkilatı, Büyük Hun İmparatorluğu hükümdarı Mete Han tarafından yapılmıştır. Ülke sağ-sol, doğu-batı şeklinde ikiye ayrılarak yönetilmiştir. Bu ikili teşkilatın kaynağı, Türklerin Gök Tanrı inancıyla ilgili idi. Güneşin doğduğu taraf kutsal sayıldığı için yönetimde doğu bölgesi batıya göre üstün kabul edilmiştir. Bu anlayışla hakan ülkenin doğu kanadında otururdu. Batı kanadını ise yabgu unvanıyla hükümdarın kardeşi yönetirdi. Yabgu, iç işlerinde serbest, dış işlerinde ise büyük hakana bağlı idi.

Hükümdar çocukları olan tiginler, devleti yönetme konusunda deneyim kazanmaları için ülkenin çeşitli yerlerine şad unvanıyla yönetici olarak gönderilirlerdi. Bu mevkilerin yanı sıra; inal, inanç, tarkan, bağa, tudun, çor, külüğ, çavuş, apa, ataman gibi unvanlar taşıyan devlet görevlileri vardı ki, bu unvanları taşıyanlar genellikle asker şahıslardı.

 

3) Ordu

İlk Türk Devletlerinde Ordunun Yeri ve Önemi

İlk Türk devletleri askeri temeller üzerine kurulmuşlardı. Bu nedenle, sosyal hayatta ve devlet teşkilatında askeri bir disiplin egemendi. Türklerin tarihte güçlü ve büyük devletler kurmalarının nedenlerinden birisi de disiplinli ve güçlü ordulara sahip olmaları idi. Bozkırın güç yaşam koşulları, Türkleri dayanıklı ve mücadeleci bir millet haline getirmişti.

Başlangıçta askerlik, Türlerde özel bir meslek olmayıp, kadınlar da dahil herkes savaş sanatını bilir, gerektiğinde kendi beylerinin komutasında orduya katılırlardı. Türk halkının gerektiğinde ordusunun yanında yer alması, tarihin her devrinde mevcut olmuştur. Bu bakımdan Türk toplumu ordu-millet deyimi ile nitelendirilmiştir. Bu düşünce günümüzde hala bütün canlılığı ile devam etmektedir.

İlk düzenli Türk ordusu, büyük Türk hakanı Mete tarafından kurulmuştur. Bu yüzden, Mete’nin tahta çıkış tarihi olan MÖ 209 yılı Türk Kara Kuvvetlerinin kuruluş tarihi olarak kabul edilmektedir. Orta Asya Türk devletlerinde, ordunun dayandığı temel kaynak halk idi. Gerek Mete Han’ın kendine ait daimi muhafızları, gerekse savaşlar sırasında toparlanan askerlerin tamamına yakını Türklerden oluşuyordu. Orta Asya Türk ordu yapısındaki iki temel unsur teşkilat ve teçhizat idi:

 

Ordu Teşkilatı

Büyük Hun ve Avrupa Hun devletlerinde ordu en başta sağ-sol kavramlarıyla ikiye ayrılıyordu. Sağ ve sol kanatlar 24 ana kısımlı sisteme göre yapılandırılmıştı. 24 rakamı Hunların dayandığı boyların sayısı idi.

İlk Türk devletlerinde ordu, 10’lu sisteme göre teşkilatlanmıştır. Buna göre en büyük birlik on bin kişiden oluşuyordu ki, bu birliğe Tabgaçlar, Göktürkler ve Uygurlar tümen adını vermişlerdir. Tümenler binlere, yüzlere ve onlara ayrılıyordu. Bu birliklerin başında tümenbaşı, binbaşı, yüzbaşı ve onbaşı rütbelerini taşıyan komutanları vardı. Bunlardan başka Türk ordusunda kül, çor, apa, tarkan ve şad gibi komutanlar da bulunuyordu. On’lu sistem, Türk ordusunun rahat ve hızlı bir şekilde hareket etmesine ve ani baskınlarla düşmana saldırmasına uygun bir sistemdi.

Boy beyleri, barış zamanlarında kendi bölgelerini yönetir, savaş zamanında ise askerleri ile kağanın ordusuna katılırlardı. Böylece boy beyleri, askerleri ile kağanı destekleyerek onun komutası altındaki ordunun bir parçası olurlardı. İlk Türk devletleri ordularında bugünkü flama ve sancakların benzeri at kuyruğundan yapılmış tuğlar kullanıyorlardı. Hakanın tuğunun tepesinde bir kurt başı bulunurdu. Komutan ve beylere hakan tarafından verilen tuğların sayısı da aynı zamanda onların rütbelerini gösterirdi. Türklerdeki bu ordu düzeni, göç eden Türkler aracılığı ile Avrupa’ya da geçmiştir. Türk ordu teşkilatı ve donanımı, Romalılardan Ruslara, Moğollardan Çinlilere kadar pek çok ulusça taklit edilmiştir.

Şama: İşaret olarak ya da çeşitli amaçlarla kullanılan küçük bayrak

Sancak: Bayrak. Genellikle askeri birliklere verilen yazı işlemeli, kenarları saçaklı ve gönderli bayrak.
Teçhizat (Asker, Vasıtalar)

Türk ordusunun temelinde disiplin vardı. Türkler çocuklarına küçük yaştan itibaren ata binmeyi, kılıç kullanmayı ve ok atmayı öğreterek asker gibi yetiştirirlerdi. Türk askerlik sistemi içersinde at en önemli vasıta idi. At, Türklerin günlük yaşantısında olduğu kadar, askerlikte de vazgeçilmez bir unsurdu. Türkler at sayesinde her türlü savaş manevrasını ve taktiğini en iyi şekilde uygulamışlardır. Bu nedenle Türkler insan ve silah ögelerini uyumlu ve etkili bir şekilde kullanarak büyük askeri başarılar kazanmışlardır. Kaynaklara göre, Orta Asya’da bir Türk atı tipi doğmuştur ki, bu atın başı ve kulakları küçük, göğsü ve sağrıları kuvvetli idi. Gür ve uzun yeleli olan bu atın genel yapısı küçüktü. Türk atı aynı zamanda süratli ve son derece dayanıklı idi.

İlk Türk devletleri, ordularının atlı birliklerden oluşmasından dolayı genellikle hafif silahlar kullanmışlardır. Bu silahlar tek bir askerin taşıyabileceği ağırlıkta idi. Kullanılan silahlar ise başta ok ve yay olmak üzere kılıç, kalkan, kargı, mızrak, süngü, hançer ve bıçak idi. Türklerin keskin kılıçları, ıslık çalan okları ve kavisli yayları ünlü idi. Silahlarını kendileri imal eden Türkler, at üstünde giderken bile çok iyi ok atabiliyorlardı.

 

Türk Ordusunda Strateji ve Taktik

Tamamı atlı birliklerden oluşan Türk ordusu, hızlı manevra yeteneğine sahipti. Baskın şeklinde yapılan saldırılarla düşman üzerinde büyük şaşkınlık yaratılır, düşmana en şiddetli darbeyi de keskin okçular vururdu. Bir bölgeyi almak isteyen Türkler, önce keşif seferleri, arkasından da yıpratma savaşları yaparlardı. Düşman saldırılarından korunmak amacıyla sınır boylarında belirli genişlikte boş alanlar bırakılırdı. Ani bir düşman saldırısına karşı gözcü ve öncü askeri birlikler, daima hazırda bekletilirdi.

Türk ordusunun iki önemli savaş taktiği vardı ki bunlar sahte ricat (sahte geri çekilme) ve pusu kurma idi. Türklerin uzun yıllar başarıyla uyguladıkları sahte ricata Turan taktiği, bazı kaynaklarda da kurt kapanı adı da verilmiştir. Buna göre; merkezdeki kuvvetler düşmana karşı saldırıya geçtikten kısa bir süre sonra yenilmiş gibi yaparak geri çekilirdi. Bu yenilgiye inanan düşman birlikleri de geri çekilen Türk askerini takibe geçerdi. Yarım ay biçiminde pusuda bekleyen Türk süvari birlikleri, düşmanın tam pusu içine girmesiyle harekete geçer ve düşman çember içine alınarak imha edilirdi. Bu taktik; 1071 Malazgirt, 1396 Niğbolu, 1526 Mohaç ve en son olarak da 26 Ağustos 1922’de Atatürk tarafından Büyük Taarruz’da başarıyla uygulanmıştır.

Türk ordusu, sahip olduğu üstün özellikleri ve gelişmiş silahlarıyla, Çin başta olmak üzere Moğol, İran, Bizans ve Roma üzerinde etkili olmuşlar, bu devletler kendi ordularını oluştururken, Türk ordularını örnek almaya çalışmışlardır.

 

4) Din ve İnanç

Genel olarak eski Türklerin dini inançlarını üç grupta toplamak mümkündür:

a) Tabiat Kuvvetlerine İnanma

Eski Türkler dağ, tepe, kaya, ırmak, vadi, ağaç, orman, göl, güneş, ay ve yıldız gibi varlıklarda bir takım gizli güçlerin olduğuna inanıyorlardı. Doğada bulunan bu ruhlara idik yer-su (Kutsal yer-su) ismini vermişlerdi. Türkler ruhları iyi ve kötü olmak üzere ikiye ayırıyorlardı. Türkler ayrıca, yağmur yağdırmak, rüzgar estirmek için sihirli olduğuna inanılan yada taşını da kullanmışlar ve kutsal saymışlardır.

Hunlar, Göktürkler ve Uygurlar, yılın belirli aylarında başta hakan olmak üzere, tüm yöneticiler ve halk, kutsal sayılan ata mağarasında Gök Tanrı’ya, atalara ve kutsal ruhlara at ve koyun kurban ederlerdi.

Türkler, ölen kişi adına yuğ adı verilen cenaze töreni yaparlardı. Bu törende ölen kişi için yas tutulur, ölünün bulunduğu çadırın etrafında atlarla dolaşılır, at ve koyun kurban edilerek ziyafetler düzenlenirdi. Göktürkler, cenaze töreni için yaprak dökümünü (sonbahar) ya da ağaçların yapraklanmasını (ilkbahar) beklerlerdi. Bu bekleyiş sırasında kurgan adı verilen mezarlar hazırlanırdı. Bu süre içerisinde cesedin bozulmaması için ölüler mumyalanırdı. Mezarın yanına, ölen kişinin hayatta iken öldürdüğü düşmanların, taştan kabaca yontulmuş tasvirleri dikilirdi. Bu taşlara balbal denirdi. Öldükten sonra, ölen kişinin dünyadaki gibi aynı hayat şeklini öbür dünyada da yaşayacağı inanışından dolayı ölen kişi ile birlikte ona ait olan atı, silahları, sevdiği eşyaları da gömülürdü.

 

b) Atalar Kültü

Eski Türklerde ölmüş büyükler ve atalara ait hatıralar kutsal sayılırdı. Baba ve genellikle ataların öldükten sonra ruhları aracılığı ile aile bireylerini korumaya devam ettiklerine inanırlar, bu nedenle de onlara karşı duydukları minnet hissi ile atalara kurbanlar keserlerdi. En değerli kurban at idi. Atalara ait hatıralara verilen önem, mezarlara yapılan saldırıların ağır bir şekilde cezalandırılmasından da anlaşılmaktadır. Attila’nın çıktığı I.Balkan Seferinin nedenlerinden biri olarak, Hun hükümdar ailesi mezarlarının, Bizans’ın Margos piskoposu tarafından açılarak soyulmuş olması gösterilmektedir. Bu harekete sebep, Türklerin ölülerini silahları ve kıymetli eşyaları ile birlikte gömmeleri idi. Çünkü Türkler, ölümden sonra ikinci bir hayatın varlığına ve ruhların ölümsüz olduklarına inanırlardı. Ailenin kurucusu ve koruyucusuna gösterilen bu saygı ve minnet hissi İslami devirde biraz değişerek devam etmiştir. Nitekim sultanların tahta çıktıklarında, atalarının mezarlarını ziyaret etmeleri bu âdetin bir devamı sayılmıştır.

 

c) Gök Tanrı İnancı (Dini)

Türklerin asıl dini Gök Tanrı inancı idi. Orhun Kitabelerinde de belirtildiği gibi bütün kainatı yaratan Gök Tanrı idi. Türk hükümdarlarına kut verip, iktidar sahibi yaptığına inanılan güç de Gök Tanrı idi. Bugünkü Tanrı sözcüğü, Orhun Kitabelerinde Tengri veya Tengiri biçiminde geçmektedir. Bu sözcük, bazı söyleyiş farklılıklarıyla hemen hemen bütün Türk lehçelerinde kullanılmıştır.

Türk inanışına göre gök ve yer yedişer kat yaratılmıştı. Tanrı göğün son katında otururdu. Yerin ve göğün ortasında insanlar ve diğer canlılar yaşardı. Tanrıdan başka kutsal olan şeylerde vardı, ama bunlar Tanrı değildi, Tanrı tekti. Türkler için Gök Tanrı çok önemli idi. Çünkü onlara güç verdiğine, onları zafere ulaştırdığına ve millete hayat verdiğine inanırlardı. Nitekim Büyük Hun Hükümdarı Mete Han, MÖ 176 yılında Çin imparatoruna gönderdiği bir mektupta, kendisinin Tanrı tarafından tahta çıkarıldığını belirterek, askeri zaferlerini Gök Tanrının yardımıyla kazandığını belirtmiştir.

Gök Tanrı inancına göre Gök Tanrı; can veren, yaşatan ve öldüren, insanlara yol gösteren, insanların varlıklarına hükmeden, cezalandıran ve mükafatlandırandır. Gök Tanrı’nın isteği ile hakan tahta geçmiştir. Tanrı, hakanın emirlerine uymayanları cezalandırırdı. Kut’a layık olmayanlardan verdiği, bağışladığı kutu geri alırdı.

Türklerde güçlü bir ahiret inancı vardı. İyi insanların uçmağ denilen cennete, kötü insanlarında tamu denilen cehenneme gittiklerine inanırlardı. Gök Tanrı inancında din adamlarına kam adı verilirdi. Kamlar halk içinde saygı görürlerdi. Ancak din adamları imtiyazlı bir sınıf halinde değillerdi, devlet yönetiminde de rol almazlardı. Gök Tanrı dinindeki tek tanrı inancı, gelecekte Türklerin İslâm dinine girmelerini kolaylaştıran önemli bir neden olmuştur.

 

Türklerin Kabul Ettikleri Diğer Dinler

Tarihin çeşitli dönemlerinde Orta Asya’dan göç eden Türkler çeşitli bölgelerde, değişik kültür ve medeniyetlerle karşılaşarak etkileşim içinde bulunmuşlardır. Bu etkileşimin sonucunda da çeşitli dinlerle tanışmışlardır. İlk Türkler arasında en yaygın inanç Gök Tanrı dini olmakla birlikte, Çin’de devlet kuran Tabgaçlar Budizm’in etkisinde kalarak ulusal kimliklerini yitirmişlerdir. Uygurlar, Budizm, Mani ve Hıristiyanlık dinlerini benimserken, Macarlar, Bulgarlar, Peçenekler, Tuna Bulgarları ve Kumanlarda Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. Hazar halkı arasında ise Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet yayılırken, İtil Bulgarları da İslamiyet’i seçmişlerdir. Bu devletler içinde dini hoşgörüye daha fazla sahip olan devletler Uygurlar ve Hazarlar idi. Ancak, bu dinlerin hiçbiri İslamiyet kadar Türkler arasında yayılmamış ve etkili olmamıştır. İslamiyet dışındaki dinleri benimseyen Türk boyları, bulundukları coğrafyada azınlık olmanın da etkisiyle bir süre sonra Türklük özelliklerini kaybetmişlerdir. Gök Tanrı dininden İslamiyet’e geçenler ise benlik ve kimliklerini korumuşlardır. Bunda Gök Tanrı diniyle İslam dini arasındaki benzerlikler ve İslam dininin Türk karakterine uygunluğu etkili olmuştur.

 

5) Hukuk

Töre, yaşanan hayatın zaman içerisinde sosyal ve hukuki yönden değer kazanmış ve benimsenmiş davranışlarından oluşan ve herkesin uymak zorunda olduğu kurallar bütünüdür. Yazılı olmayan bu hukuk kuralları toplum düzenini sağlayan ana prensiplerdi. Her konuda törenin ne olduğunu küçükler büyüklerden öğrenerek yetişirlerdi. Dolayısıyla araştırmacılar Türk töresini, Türk örf hukuku olarak da isimlendirmişlerdir. Törenin değişmeyen hükümleri adalet, iyilik ve eşitlikti. Devlet hayatında, aile içinde ve günlük hayatta törenin dışına çıkılmazdı. Töreye uymamak en büyük suç sayılırdı. Hükümdar da töreye uymak zorunda idi. Türk devletlerinde, sosyal düzeni sağlamada önemli yeri olan mahkemeler vardı. Mahkemenin başında bulunan kişilere yargan (hakim denilirdi. Bu mahkemeler adi suçlara bakardı. Kağanın başkanlık ettiği mahkemeye ise yargu (yüksek devlet mahkemesi) denilirdi. Bu mahkemede siyasi suçlara bakardı.

Türk töresi oldukça sert ve kesin hükümleri kapsıyordu. Cezaları ağırdı. Hırsızlara çaldığı malın (eşyanın) on katı ödetilirdi. Daha hafif suç işleyenler ise on güne kadar hapis cezasına çarptırılırlardı. Suçluların bizzat devlet tarafından cezalandırılması toplumda kan davası geleneğinin ortaya çıkmasını engellemiştir.

Eski Türklerde genellikle tek eşlilik mevcuttu. Miras hukukuna göre topraklar en küçük erkek çocuğa, taşınabilir mallar ise diğer oğullara verilirdi. Uygurlar döneminde ticari ilişkilerin gelişmesi ile kişiler arasındaki anlaşmazlıkları çözümleyecek kuralların yazılı hale getirilmesi ihtiyacı ortaya çıktı. Türk hukuku ilk kez Uygurlar tarafından yazılı hale getirilmiştir. İslamiyet’in kabulünden sonra, Türk hukuku değişikliklere uğramıştır. Töreye dayalı örfi hukukla beraber İslam hukuku da benimsenmiştir.

 

6) Yazı, Dil ve Edebiyat

Türkler tarih boyunca Göktürk, Uygur, Arap, Kiril ve Latin alfabelerini kullanmışlardır. Bu alfabelerden Göktürk ve Uygur alfabeleri Türklerin milli alfabeleridir.

Göktürk (Orhun ) Alfabesi; Türklerin en eski milli alfabesidir. Göktürk yazısında 4’ü sesli, 34’ü sessiz olmak üzere 38 harf bulunmaktadır. Bu alfabede yazı sağdan sola doğru yazılır ve kelimeler, aralarına, üst üste iki nokta konarak birbirinden ayrılırdı. Göktürk yazısına ilk olarak Orhun nehri dolaylarında bulunan yazıtlarda rastlandığı için Orhun Alfabesi de denilmiştir. Bu alfabe X.yüz yıla kadar ufak değişikliklerle Kırgızlar, Bulgarlar, Hazarlar ve Peçenekler tarafından da kullanılmıştır.

Göktürk alfabesiyle yazılmış en önemli eser Türk edebiyatının ilk yazılı eseri olan Göktürk Kitabeleridir. Bu kitabelerin en önemlileri Kültigin, Bilge Kağan ve Tonyukuk adına yazılanlarıdır. Göktürk Kitabeleri’nde kullanılan gelişmiş alfabe, Türklerin çok daha önceleri yazıyı kullandıkları fikrini kuvvetlendirmiştir. Nitekim yapılan son araştırmalar da bu fikri destekler niteliktedir. Isık Göl civarında MÖ V. ve VI. yüzyıllar arasına ait olduğu tespit edilen Esik Kurganında gümüş bir kepçe bulunmuştur. Bulunan bu kepçenin üzerindeki yazının Göktürk alfabesiyle yazılmış olduğu anlaşılmıştır.

Uygur Alfabesi; Türklerin ikinci milli alfabesidir. Bu alfabe Soğd alfabesinden alınıp, bazı ilave ve değişiklikler yapılarak ortaya çıkarılmıştır. Uygur alfabesi 3’ü sesli 15’i sesiz olmak üzere 18 harften oluşmaktadır. Bu alfabede yazı sağdan sola doğru yazılırdı. Harşer kelimenin başında, ortasında ve sonunda değişik şekiller alırdı. Harşer, özellikle ince yazıldığı zaman, belirgin olmadığından bu yazının yazılması kolay, fakat okunması zordu. Bu alfabe VIII. yüzyılın ilk yarısından XV yüzyılın sonlarına kadar pek çok Türk devleti tarafından kullanılmıştır. Hatta Osmanlı sarayında Fatih Sultan Mehmet zamanında dahi kullanılmıştır. Uygurlar, XIII. yüzyılda Moğol egemenliğine girmelerinden sonra Uygur alfabesi, uzun bir süre Moğolların resmi yazısı olmuştur.

Uygurlar Avrupalılardan yüzyıllar önce kağıt yapmasını biliyorlardı. Bu yüzden Uygurlar yazılarını kâğıt üzerine yazmışlardır. Ayrıca hareketli harf sistemine dayanan matbaayı da Uygurların bulduğu, basılan Uygurca kitapların çokluğundan anlaşılmaktadır. Uygurlar, Çin ve Hint eserlerinin pek çoğunu Türkçeye çevirmişlerdir. Bunun yanında kendileri de çok sayıda yazılı eser meydana getirmişlerdir. Uygurlar döneminden kalan en önemli eserlerden biri olan Altun Yaruk, Çinceden Uygur Türkçesine çeviridir. Bu eserde Buda dinine ait dinî-ahlâkî konular işlenmektedir. Yine Sekiz Yükmek ve İki Kardeş Hikayesi de en ünlü Uygur metinleri arasındadır.

 

Dil

Orta Asya’da Türk diye nitelenen kavimlerin en önemli ortak yönü dil, yani Türkçe idi. Önceleri çeşitli Türk boyları değişik adlarla anılırdı. VI. yüzyıldan itibaren bu boylara genel olarak Türk denmesinin birinci dayanağı konuştukları dil yani Türk dili idi. Böylece boylar, konuşmaları sayesinde tek bir millet olduklarını anlayıp, birlikte yaşamaya başlamışlardır.

Türk dilinin tarihi, milletimizin tarihi kadar eskidir. Türkçe Ural-Altay dil ailesinin Altay grubu içinde yer alır. Altay dilleri arasında Türkçe ile birlikte Moğol, Mançur ve Kore dilleri de vardır. Türkçenin ilk dönemlerine ait yazılı belge olmadığı için, Türk dilinin ilk dönemleri hakkında açık ve kesin bilgilere sahip değiliz. Ancak, Orhun Kitabelerinde ki ifade ve kelime zenginliğine bakılarak, Türkçenin varlığı çok eski zamanlara götürülmektedir.

 

Edebiyat

Türk dilinin edebiyat ürünlerini sözlü ve yazılı olmak üzere iki grupta inceleyebiliriz:

Sözlü Türk Edebiyatı

Türk dilinin edebiyat olarak ilk örnekleri sözlüdür. Halk dilindeki destan ve efsaneler sözlü edebiyatın en önemli örnekleridir. Destan ve efsaneler bir milletin fikir ve düşünce tarihidir. Destan ve efsanelerde genellikle Türklerin düşünce ve inançları, milli kahramanlıkları anlatılmaktadır. Orta Asya Türklerinin en önemli destanları; Saka Türklerinin Alp Er Tunga, Hun Türklerinin Oğuz Kağan, Göktürklerin Bozkurt ve Ergenekon, Uygurların Türeyiş ve Göç, Kırgızların da Manas destanlarıdır. Bu destanlar eski Türklerde canlı bir halk edebiyatının varlığını ortaya koymaktadır. Dede Korkut Hikayeleri de yazılı hale gelmeden önce sözlü edebiyat ürünlerindendi.

Sav, koşuk ve sagular da Türk edebiyatının sözlü ürünleri arasındadır. Türkler, ölüm törenleri dediğimiz yuğ merasimlerinde matem şiirleri söylemişlerdir. Bu şiirlerden halka hizmet eden, halkın değer verdiği üstün komutan ve hükümdarlar için söylenenlere sagu denilmiştir. Buna örnek olarak Saka Türklerinin hükümdarı olan Alp Er Tunga’nın ölümünden sonra ona söylenen saguyu verebiliriz. Koşuklar ise şölenlerde kopuz (halk şairlerinin çaldığı saz) eşliğinde söylenip çalınan aşk ve tabiat konularını işleyen manzum (nazım ifade şekli ile ölçülü ve uyaklı biçimde yazılmış eser) eserlerdir. Savlar da ata sözleridir. Bunlardan başka bazı Bizans kaynakları, Hunların kendilerine özgü halk türküleri söylediklerini yazmaktadır.

 

Yazılı Türk Edebiyatı

Türk edebiyatının bilinen ilk yazılı örnekleri VI. yüzyıla ait Güney Sibirya’da Talas Nehri havzasında ve Yedisu bölgesinde rastlanılan Talas ve Yenisey Yazıtları ile kuzey-doğu Moğolistan’ da Orhun Nehri civarında bulunan ve VIII. yüzyıla tarihlenen Orhun (Göktürk ) Kitabeleridir.

Talas ve Yenisey Yazıtlarını ilk olarak ele alıp inceleyen, Finli bilim adamı Heikel olmuştur. Yenisey Nehri çevresindeki yazıtların çoğunluğu, bu nehrin güneyinde, Tuva bölgesindeki Kem Nehrinin kolları civarında bulunmuştur. Bu bakımdan Yenisey Yazıtları, Orhun Yazıtlarından daha eskidir. Talas ve Yenisey yazıtlarını, XVIII. yüzyıl başlarında gün ışığına çıkaran İsveçli Strahlenberg’dir. Bu yazıtların çoğu mezar taşları halindedir.

Orhun nehrinin eski yatağı üzerinde bulunan Orhun Yazıtları (Anıtları); Kültigin (

Total
0
Shares
Comments 4
  1. Çok teşekkürler, cidden detaylı ve güzel bilgilerin olduğu harika bir yazı olmuş. Elinize sağlık.

  2. Büşra hanım sitemizden faydalanmanıza çok memnun olduk.

    Eğitim hayatınızda başarılarınızın devamını dileriz.

  3. güzel bir site emeği geçen herkese teşekkür ederiz çok salun sizin sayenizde sınavdan 100 aldım ailem çok sevindi çokkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkk teşekkürlerrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrr…..

Bir cevap yazın
Önceki
Noel Ağacı

Noel Ağacı

Sayın Murat Binzet’in “Merry Christmas, Narduğan Kutlu Olsun” başlıklı ilginç

Sonraki
Şamanizm’de Ritüel Ölüm

Şamanizm’de Ritüel Ölüm

Şamanizm’de ölüp yeniden dirilme, fiziksel dünyanın üzerinde akılla

İlginizi çekebilir