Türk Milliyetçiliğinin Prototipleri

Anasayfa Sözlük Türkçülük Türk Milliyetçiliğinin Prototipleri

3 yazı görüntüleniyor - 1 ile 3 arası (toplam 3)
  • Yazar
    Yazılar
  • #22287
    BilgeKam
    Katılımcı
    1. İsmail Gaspıralı

    Rusya’daki Türkçülük ve yenileşme hareketinin en önde gelen temsilcisi olarak kabul edilen İsmail Gaspıralı, 21 Mart 1851’de, Kırım’ın Bahçesaray şehri yakınlarındaki Avcıköy’de doğdu. Gaspıra, İsmail Bey’in babasının doğ-duğu yerin adıdır. İsmail Bey’in babası, Çarlık ordusundan emekli bir teğmen olan Mustafa Alioğlu; annesi, Kırım asilzâdelerinden İlyas Mirza Kaytafoz’un kızı Fatma Hanım’dır. İsmail Bey, ilk öğrenimini Bahçesaray’da bir Müslüman mektebinde aldıktan sonra, on yaşlarındayken Akmescid Erkek Ortaokuluna başladı. Burada iki yıl okuduktan sonra, önce Voronej’de bir askerî okula, arkasından da Moskava’daki Harp Okuluna girdi. İsmail Bey, tabi olarak bu şehirleri ve okulları kendisine yabancı gördü. Bu okullarda okumakta olan çok az sayıdaki Müslüman Türk çocuklarla arkadaşlık kurdu. Bunlar içinde de aslen Kırımlı olan ve Litvanya’da yaşayan Mustafa Mirza Davidoviç’le candan dost oldu. Moskova, bu devirlerde Slavcılığın, aşırı Rusçuluğun merkeziydi. Özellikle Türk düşmanlığını gaye edinen Slavcılık, bu iki Türk çocuğunun birbirlerine daha sıkı şekilde yaklaşmalarına ve düşünce dünyalarında milliyetçilik fikrinin filizlenmesine sebep oldu. Rusların Türk düşmanlığı, bu çocuklar üzerinde öyle derin izler bıraktı ki, 1867’de daha altıncı sınıftayken, Girit isyanında Rum asilerine karşı mücadele eden Osmanlı güçlerine katılmak üzere İstanbul’a gitmek için teşebbüse bile geçtiler. Bu gayeyle Kırım’a geldiler. Buradan gizlice Odesa’ya geçen gençler, pasaportları olmadığı için İstanbul’a gidemeden yakalandılar.

     

    Bu olay, Gaspıralı’nın askerî öğrenciliğinin sona ermesine sebep oldu. Moskova’ya tekrar dönemedi ve 1868’de, daha 17 yaşındayken Bahçesaray’daki Zincirli Medresede Rusça öğretmenliğine başladı. Öğretmenliği esnasında Rus edebî ve felsefî eserlerini okudu. 1872’de Kırım’dan ayrılarak İstanbul, Viyana, Münih ve Stuttgart üzerinden Paris’e gitti. Paris’te bulunduğu iki yıl zarfında, meşhur Rus edebiyatçısı İvan Turgenyef’in yanında yardımcılık ve bunun yanı sıra tercümanlık yaptı. Daha sonra, uzun zamandır hayalini kurduğu Osmanlı zabiti olma hevesiyle 1874’te İstanbul’a gitti. İstanbul’da bulunduğu esnada Şemseddin Sami, Mehmed Emin, Ahmed Mithat ve Necip Asım Beylerin fikirleri ile tanıştı. Ama, İsmail Gaspıralı üzerinde özellikle, Namık Kemal, Şinasi Efendi ve Ziya Paşa’nın önderliğindeki Genç Osmanlılar (Jön Türkler) akımı derin etkiler bıraktı. İstanbul’da kaldığı yaklaşık bir yıllık zaman zarfında, çok istediği zabit olma fikrini gerçekleştiremedi ve Kırım’a geri döndü.

     

    Gaspıralı’nın Kırım’daki ve diğer gezip gördüğü yerlerdeki tecrübeleri, onu hemen hepsi kabuğuna çekilmiş bir halde yaşamakta olan diğer Kırım Tatarlarından ayrılıyordu. Elde ettiği bu tecrübelerin de yardımıyla mensubu olduğu milleti uyandırıp harekete geçirebilmek için yayın yoluyla faaliyete başlamak istedi. Ancak Ruslar, İsmail Bey’in gazete çıkarmasına izin vermedi. Bunun üzerine, 1881 yılında Akmescid’de çıkarılmakta olan Tavrida gazetesinde Genç Molla takma adıyla, daha sonraları kitap hâline de getirilen Rusya Müslümanlığı adını taşıyan yazılarını tefrika hâlinde yayımladı. Bu yolda, yurt içi ve yurt dışı pek çok ziyaretlerde bulundu. Bütün bu faaliyetler esnasında sağlığı iyice bozuldu. 63 yaşındayken 24 Eylül 1914’te Bahçesaray’da öldü.

     

    İsmail Gaspıralı’nın bütün hayatı boyunca yılmadan savaştığı ana gayesi, bazı ilim adamları tarafından bir ütopya olarak da değerlendirilen  ve “Dilde, Fikirde, İşde Birlik” cümlesinde ifadesini bulan, dünya üzerindeki bütün Türklerin tek vücut hâline gelmesidir. O, dünya üzerindeki Türklere ayrı birer milletmiş gibi (Azeri, Başkurt, Kazak, Karakalpak, Kırgız, Özbek Tatar, Türkmen… vs.) adlar verilmesinin, Türk milletini bölüp parçalama oyununun ilk perdesi olduğunu; oyunun ikinci perdesinde de Türk milletinin yok edilmesinin sahneleneceğini daha genç yaştayken fark etmiş, bu oyuna karşı nasıl davranılacağı hususunda fikir yürütmeye başlamıştır.

     

    Küçük toprak soylusu İsmail Gaspıralı’nın ortak dil görüşü: Kazak, Türkmen, Özbek vb., gibi ayrı edebi diller yapılması biçiminde gelişen yöresel hareketleri engellemeyi amaçlar. İsmail Gaspıralı, Farsça ve Arapça sözcükleri atıp yerine Kırım Tatarcasından sözcükler koymak ve Osmanlı Türkçesini de göz önünde tutmak yoluyla ortak bir Türk dili hazırlar. Gaspıralı’ya göre bu dili (Balkanlar’dan Çin’e), (Boğaziçi’ndeki kayıkçıdan Kaşgar’daki deveciye değin) bütün Türkler anlayacaktır. Gaspıralı’nın sloganı, dilde, fikirde ve işte birliktir. Yayınladığı Tercüman Gazetesi ile Gaspıralı, bu görüşlerini yayar, başarılı da olur. Volga-Ural bölgesinde, hatta Türkistan’da bazı İslam gazeteleri, ufak tefek değişikliklerle bu ortak dili kullanırlar. Fakat 1905’ten sonra her topluluğun ayrı edebi diller kullanması eğilimi ağır basar ve dil birliği hareketi çöker. Dil birliği hareketini eğitimde reform çabaları izler. 1916 yılına kadar Gaspıralı’nın öngördüğü biçimde modern eğitim veren 5 bin okul açılır. Gaspıralı, bu reformculuğu Rusya ile işbirliği halinde düşünür. Nitekim iki önemli yapıtının adları Rusya-İslam ve Rusya ve Doğu Anlaşması’dır. O, Rusya ve İslam dünyası arasında devamlı bir işbirliğinin İslamın çok yararına olacağını savunur.

     

    1905’ten sonra, bütün Rusya Türklerinde olduğu gibi Azerbaycan Türkleri arasında da milliyetçilik fikri kuvvetlendi ve dilde sadelik, yalnız edebiyatta değil, matbuatta da canlanmaya başladı. Gaspıralı’nın başlattığı ortak edebî dil çalışmaları, Kazan’da olduğu gibi Azerbaycan’da da karşılık buldu. XX. yüzyılın başlarında Azerbaycan edebî dilinin durumunun ne olacağı sorgulanmaya başlandı. Osmanlı Türkçesi tarafında olanlarla Azebaycan lehçesi taraftarları arasında şiddetli tartışmalar yaşandı. Hasan Bey Zerdabî, daha 1876 yılında Ekinci gazetesinin on dördüncü sayısında, Türk dil birliğini savunmuştu.21 1900’lü yıllarda, Osmanlı-Türk edebî dilini savunanlar, Hüseyinzade Ali Bey’in idare ettiği Füyûzât’ta bu yöndeki fikirlerini kaleme almaya başladılar.22 1906 yılında neşredilmeye başlanan Füyûzât dergisi, yalnız Azerbaycan’da değil, bütün Rusya Türkleri arasında milliyetçilik fikrinin güçlenmesinde önemli işler yaptı. Füyuzat, sadece dilde sadeliğe önem vermedi, aynı zamanda dil konusundaki pek çok tartışmaya sütunlarında yer açarak bu husustaki görüşlerin olgunlaşmasına da yardım etti. Böylece, İsmail Gaspıralı’nın ortak edebî dille ilgili gayretleri oldukça geniş bir sahada karşılık buluyor; sadeliğin, ortak edebî dilin anlamı ve önemi anlaşılıyordu.

     

    1. Yusuf Akçura ve Türkçülük

    Kazan Türklerinden olan Yusuf Akçura, Türk Ocağı ve Türk Yurdu dergisinin kurucularındandır. Kısaca Türk milliyetçiliğinin ve “Bütün Türklük” ülküsünün öncülerindendir. Millî Mücadele’ye fiilen katılımı, Cumhuriyet’in kuruluşunda Atatürk’ün yakın çevresinde bulunmuştur. Atatürk’ün dış politika danışmanlığını da yapan Yusuf Akçura, Türk Tarih Kurumunun da ilk bakanlarındandır. Yusuf Akçura’nın birçok eseri bulunmakla beraber Türk milliyetçiliği açısından en tanınmışları, 1904’te yayımladığı Üç Tarz-ı Siyaset ve 1928’de yayımladığı “Türkçülük-Türkçülüğün Tarihî Gelişimi” adlı eserleridir.

     

    Akçura, göçebe halinde yaşayan Başkırtların geleneklerine daha bağlı ve duygusal açıdan Osmanlı Türklerine çok bağlı olduklarını gözlemledi. Rusların alkolün yaygınlaştırılmasından dinsel zorlamalara kadar her türlü yönteme başvurarak, onların ulusal karakterlerini yok etmeye çalıştıklarını gördü. Ayrıca, Rusların egemenliğinde yaşayan Türklerin bağımsız ve özgür bir devletin başkentinde yaşayan İstanbul Osmanlılarından daha güçlü bir ulusal bilince sahip olduklarına tanık oldu. Kuleli Askeri İdadisi ve Harbiye Mektebinden sonra Erkânı Harbiye Mektebine girdi. Mülkiye ve Galatasaray Sultanisi gibi Osmanlı devlet adamı yetiştiren sivil okullar, kozmopolit yapılarıyla askeri okullardan ayrılıyordu. Askeri okullar birer yurtsever ocağıydı. Yusuf Akçura 1897 yılında birçok arkadaşıyla birlikte Trablusgarp’a sürgüne gönderildi. 1898’de affedildiler, ama zorunlu ikamet devam edecekti. 1899 yılında bazı arkadaşlarıyla kaçarak Paris’e gitti ve 1903 yılına kadar burada kaldı. Burada Jön Türk hareketinin önderleriyle tanıştı. Siyasal Bilgiler Okulu ile Uygulamalı Yüksek İncelemeler Okuluna devam etti. Böylece yeni entelektüel açılımlar kazandı ve kendisi için yeni olan bu fikir akımları sayesinde, kafasında belli belirsiz varlığını sürdüren eğilim ve özlemleri teorik bakımdan doğrulama ve pekiştirme olanağı buldu. Akçura’ya göre Doğu Sorununun temelinde nüfus artışı ve uygarlık düzeyinin yükselmesi sonucu artan ihtiyaçlarla, eldeki kaynaklar arasında Avrupa’da var olan dengesizlik yatmaktaydı. Bunun için Avrupalılar sömürgeler ve nüfuz bölgeleri oluşturmaya çalışıyorlardı. Bu onun dönemi için özgün bir yaklaşımdı. Akçura’nın ilk yazılarında kendini gösteren bir başka güçlü fikir de yaşamak için mücadele temasıydı. Avrupalı güçlerin bu alandaki tutku ve rekabetleri, tabi milliyetlerin Osmanlı İmparatorluğuna karşı düzenledikleri ayaklanmalar hep bu sorunun özel tezahürleriydi. Başlıca tutkusu, Türklere Avrupa’nın her türlü hegemonyasına karşı direnme gücü verecek siyasal bir sistem kurmaktı. Yusuf Akçura’yı etkilediği açıkça belli olan bir başka düşünce akımı da faydacılıktı. Siyasal sistemleri iki temel ölçüte göre inceliyordu: Osmanlı Devletine yararı ve uygulanabilirliği. Duygudan çok mantığa sesleniyordu. 1903 yılı sonlarında, Fransa’daki öğrenimini tamamlayarak Rusya’ya döndü. Mart 1904’te Üç Tarz-ı Siyaset başlığını taşıyan uzun bir makale kaleme aldı. Osmanlıcılığın, Panislamizm’in ve Pantürkizm’in Osmanlı Devleti için ne gibi sonuçlar doğuracağını tartışıyor ve her birini tek tek değerlendiriyordu. Makale Nisan-Mayıs 1904’te Kahire’de yayınlanan Türk gazetesinde üç cüz halinde yayınlandı. Osmanlı Devleti için en yararlı sistem olabilecek Osmanlıcılığın uygulanmasının olanaksızlığına hükmediyordu. Panislamizm ve Pantürkizm’e gelince, bunlar belli kayıplara mal olacak politikalardı. Makalenin sonunda bu ikisi arasında kesin bir tercih yapmıyor gibi görünüyordu. Panislamizm için en büyük engel, dış engeldi. Avrupa’nın Müslüman ülkeler üzerindeki nüfuzu. Pantürkizm’de ise engel içerdeydi ve Türklerde ulusal bilinç çok yavaş gelişiyordu. Akçura’nın akıl yürütmesi böylece Pantürkizm’i gösteriyordu. Hiç kimse bu konuda yanılgıya düşmedi; Üç Tarz-ı Siyaset her zaman Pantürkizm’in manifestosu olarak kabul edildi.

     

    Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset’te önerdiği çözüm, ırk temeline dayalı siyasal bir Türk milletine tekabül ediyordu. Dilleri, ırkları, adetleri ve hatta ekseriyetinin dinleri bile bir olan Türklerin birliğinden söz ediyordu. Aslında, Pantürkizm Osmanlı Devletine yalnızca yeni bir etnik dayanışma ruhu değil, aynı zamanda yeni bir jeopolitik konum da kazandıracaktı. Akçura’ya göre bu gelişme iki önemli engelin nasıl aşılacağına bağlıydı. Bunlardan ilki Rus engeliydi. Makalenin kaleme alındığı sırada Rusya derin sarsıntılar geçirmekteydi. İkinci engel ise Türkler arasında ulusal bilincin oldukça yavaş bir biçimde gelişmesiydi Pantürkizm’in sistematik bir biçimde ilk kez ortaya konulması Akçura’nın makalesi ile oldu. Tezin özgünlüğü, Pantürkizm’in merkezine Osmanlı Devletini oturtmasından ileri geliyordu. Tez, böylece Rusya Türklerinin birlik sağlama isteği ile Osmanlıların devleti koruma çabalarını bir senteze ulaştırıyordu. Başka bir ifadeyle, Tatar burjuvazisinin Pantürkist eğilimleri ile Jön Türk ideolojisinin mihenk taşı olan devleti koruma kaygısını bağdaştırmaya çalışıyordu.

     

    Yusuf Akçura, Türk Ocağı mensubu olarak hazırladığı bu Türk milliyetçiliği tarihine dair önemli eserinde, Türkçülük-milliyetçilik veya Türkçüler açısından Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun ne anlama geldiğini,Türk milliyetçiliği tarihinde Cumhuriyet’in ve Atatürk’ün yerinin ve değerinin ne olduğunu öyle değerlendiriyor: “Türkiye Cumhuriyeti’nin bata Büyük Millet Meclisi namıyle, sonra hakikî adıyle kurulması, Türk milliyetçiliği açısından Türkçülük idealinin gerçeklemesi demektir. Çoğu Türkçülerin belki hayatlarında gerçekleşeceğini ümit bile edemedikleri ideal, bir Türk dehasının kudretiyle gerçek olmuştu, millî Türk devleti kurulmuştu.”

     

    “Türkçülük fikri, yarım asır evvel nihayet birkaç kişinin dimağ ve kalplerinde düşünceler duygular ve emeller uyandıran, ara sıra dil ve kalemlerinden müphem ve çekingen bir şekilde çıkan bir nazariyeden ibaretti. Bu nazariye, o zamanlar muhite o kadar gayr-i munis idi ki taraftarı olanlar, onu pek açık süsleyip yaymaktan çekiniyorlardı. Halbuki Türkçülük fikri bugün tahakkuk etmiştir. Realiteler halinde tecelli ediyor.” Görüldüğü gibi, Türkçü Yusuf Akçura’nın hazırladığı ve Türk milliyetçiliğinin en büyük kuruluğu Türk Ocakları tarafından “Türkçülük Tarihi” üzerine 1928’de yayımlanan eserde, Cumhuriyet’in kuruluşunun Türkçülerin millî devlet ideallerinin gerçeklemesi olarak anlaşıldığı açıkça ifade edilmektedir. Türkçülerin millî devlet idealini gerçekleştiren (Atatürk) de “bir Türk dehası” olarak nitelendirilmektedir.

     

    1. Ziya Gökalp ve Türkçülük

    İkinci Meşrutiyet devrindeki (1908-1918) adıyla Türkçülük, şimdiki adıyla milliyetçilik, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran fikir veya dünya görüşüdür. Türk milliyetçileri, Türkiye Cumhuriyeti’nin millî ve asrî devlet olarak kuruluşunu, ideallerindeki Türk devletinin kuruluşu olarak görmüşlerdir. Bunu, hem Millî Mücadele’nin lideri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’ün söz ve uygulamalarında hem de o devrin Türk milliyetçilerinin eserlerindeki değerlendirmelerinde açıkça görüyoruz. Atatürk, Türk milliyetçiliğinin teorisini kuran en büyük Türkçü fikir adamı Ziya Gökalp için “fikrimin babası” ifadesini kullanmıştır. Cumhuriyet Devrindeki birçok hukukî ve sosyal düzenlemenin arkasında Ziya Gökalp’ın fikirleri vardır. Bunun için Türkçülüğün Esasları adlı esere bakmak yeterlidir. Buna karılık Türk milliyetçiliğinin büyük fikir adamı ve sosyolog Ziya Gökalp da, Türk milliyetçiliğinin teorisini ve uygulama plânlarını ortaya koyan Türkçülüğün Esasları(1923) adlı temel fikir eserinde, Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü, “Türkçülüğün en büyük adamı” ve “Türk milliyetçiliğine resmiyet veren ve Türk milliyetçiliğini fiilen tatbik eden ” olarak nitelemektedir Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları adlı eserinde Türkçülüğün, Cumhuriyet devrine gelinceye kadar olan tarihî gelişmesini anlattıktan sonra Atatürk’ün, Türkçülük-Türk milliyetçiliği tarihi içindeki önemli yerini de öyle tespit ediyor: “Bununla beraber, Türkçülüğe dair bütün bu hareketler verimsiz kalacaktı, eğer Türkleri Türkçülük mefkûresi etrafında birleştirerek, büyük bir çökme tehlikesinden kurtarmağa muvaffak olan büyük bir dahi zuhur etmeseydi! Bu büyük dâhinin adını söylemeğe hacet yok. Bütün Cihan bugün Gazi Mustafa Kemal Paşa ismini mukaddes bir kelime addederek her an hürmetle anmaktadır. ”

     

    Yine Ziya Gökalp, Karl Marks’ın “Tarihî Maddecilik” sistemini tenkit ettiği bölümde de Mustafa Kemal’in, Türk milliyetçiliğini devlet hayatına uygulamayı başaran kişi olduğunu öyle ifade ediyor: “Meselâ Türkçülerin ortaya attıkları ‘ Türkçülük’ fikri, küçük bir topluluğa has bir tasavvurdan ibaretti. Bu küçük topluluğun kafasındaki tasavvuru Türk milletine yayarak onu bir mefkûre haline getiren Trablusgarp, Balkan Harpleriyle, 1. Dünya Savaşı’ndaki felâketler olmakla beraber, bu mefkûreye (Türk milliyetçiliğine) resmîlik veren ve onu fiilen tatbik eden de ancak Mustafa Kemal oldu.” Ziya Gökalp, Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’nin kurmakla, “Türk milliyetçiliğini devlet hayatında uygulamaya koyduğunu” koyduğunu kabul ve ifade ediyor. Diğer taraftan yerli ve yabancı birçok ilim adamı da Ziya Gökalp’ın, Atatürk’e ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna olan fikir tesirini kabul ediyor. Ziya Gökalp üzerinde araştırma yapan en tanınmış yabancılardan Prof. Uriel Heyd, Ziya Gökalp’ın Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna tesirini öyle ifade ediyor: “Ziya Gökalp’ın fikirleri, kendisinin de önemli rol oynadığı Genç Türk hareketinin ideolojisi ile Atatürk rejimi arasında vazgeçilmez bir baş teşkil eder. Gökalp, 1909’dan 1924’e kadar devam eden edebiyat sahasındaki faaliyetleri süresince 1908-1909 İnkılâbı’nı prensiplerinden derece derece uzaklaşarak cumhuriyetçilik, milliyetçilik, lâiklik, halkçılık ve inkılâpçılığa dayanan Kemalizm’e yol açmıştır. Atatürk’ün her meselede ifrata giden görüşlerini paylaşmamakla beraber, Gökalp, Modern Tür Devleti’nin nazarî (fikir) temellerini kurmuş olmak iddiasında bulunabilir.”

     

    Büyük Türk milliyetçisi Ziya Gökalp’ın, Atatürk üzerinde ve Cumhuriyet’in kuruluşunda büyük fikir tesiri olduğu; Atatürk’ün de Gökalp’a büyük saygısı ve sevgisi olduğu bir gerçektir. Atatürk’e göre Ziya Gökalp “büyük Türk Mütefekkiri”dir. Ziya Gökalp’ın erken ölümü, Atatürk ve Cumhuriyet için dolayısıyla Türk milleti için büyük talihsizlik olmuştur.

     

    Gökalp’ın Türkçülük konusundaki fikirleri çeşitlilik göstermiştir: Türkoloji çalışmaları çerçevesinde geliştirdiği Türklerin kültürel (etnik) uyanışı; Türk dili konuşan tüm dünya halklarının kültürel birliği (Turan) ve son olarak ulus devletin temelini oluşturan millî kültür ve millî bilinci işlediği dönem. Bu geçişler sırasında Pantürkçülük ideolojisi zamanla Turancılıktan koparak Türkçülük içinde çözülmüştür. Böylece Pantürkçülük ve Türkçülük terimleri arasındaki karışıklık da ortadan kalkmaya başlamıştır. Diğer bir ifadeyle önceleri genişleyerek Turancılığa kadar uzanan Pantürkçülük, zamanla yerel milliyetçiliklerin oluşmasına zemin açan daha dar kapsamlı Türkçülük fikrine doğru evrilmiştir. Bu çerçevede Pantürkçülük hem kültürel Türkçülüğün hem de siyasi Türkçülüğü içinde barındıran, siyasi konjonktüre ve coğrafyaya göre değişiklik gösteren mutlak ve esnek bir ideoloji olarak tanımlanabilir. Turancılık ise yine siyasi konjonktüre ve içeriden ya da dışarıdan algılanış biçimine göre ırkçı, irredantist, saldırgan ya da emperyalist olarak tanımlanmaktadır. Dolayısı ile Turancılık da bir yandan kültürel, diğer yandan siyasi bir proje olarak değerlendirilebilmektedir. Turancılığın Pantürkçülükten kesin olarak ayrıldığı nokta, yükselişte olduğu dönemde Rusya ve İran gibi büyük aktörlerin geniş bir bölgeye yönelik çıkarlarını tehdit edecek boyutta bir tehlike olarak algılanmasıdır. Türkçülük ise yine kültürel (etnik ve dışlayıcı) ya da siyasi (territoryal ve birleştirici) bir proje olarak ayrıştırılmaya çalışılsa da özünde yerel milliyetçilik ideolojisidir.

     

    Türkçülük, ulus devlet inşası sürecinde; ortak bir dil, din, kültür, yaşam biçimini, geçmiş ve gelecek temalarını harmanlama çabasında olan devlet kurucularının söyleminin önemli bir parçasıydı. Bir başka açıdan Pantürkçülük ve onun daha kapsamlı bir türü olan Turancılık uluslararası, Türkçülük, Cumhuriyet’in ilk yıllarında oluşturulmaya çalışan “yeni bir ulus” anlayışı temelinde bugün dahi yeniden yorumlanan, farklı anlamlar yüklenen ve Türk milliyetçiliği, etnik milliyetçilik, resmi milliyetçilik, Atatürkçülük gibi çeşitli adlarla tanımlanan tartışmalı bir kavramdır. Gökalp’ın Turancılık mefkûresinden kopuşu onun Türkçülüğünün içeriği hakkında önemli ipuçları vermektedir.

     

    Gökalp’in Türkçülük ve ulus kavramları, hars ve medeniyet arasındaki karşıtlıktan hareketle tanımlanmaktadır. Gökalp önceleri hars ve medeniyeti birbirine zıt bir ilişki içerisinde ele almıştır. Hars ve medeniyet birbirini içermeyen, bir arada var olması imkânsız iki alan olarak tanımlanmıştır. İnalcık, Gökalp’in “Hars ve Medeniyetin Münasebetleri” (1918) başlıklı makalesine dayanarak, daha sonraları medeniyet tanımının sınırlarını genişlettiğini ve muhtelif harsların karışımından oluşan medeniyete kültüre yakın özellikler tanıdığını belirtmektedir. Genel hatlarıyla bakılacak olursa, hars milli, medeniyet ise milletlerarasıdır. Hars, bir milletin dini, ahlaki, hukuki, muakalevi, bedii, lisanî, iktisadi ve fenni hayatlarının toplamıyken, medeniyet birden fazla ülkenin benzer öğelerini içermektedir. Hars doğal bir gelişmenin sonucudur ve toplumsaldır. Medeniyet ise sunidir ve fertlerin iradesiyle meydana gelmiştir. Dolayısıyla Batı medeniyetini taklit etmek tehlikelidir ve Türkiye’ye özgü Türk harsı bilinmeli ve korunmalıdır. Batı medeniyeti ikincil, Türk harsı ise birincil olmalıdır. Buradan hareketle Gökalp Osmanlı medeniyetinin Türk, Acem, Arap harsları üzerinden İslam dinine, Şark medeniyetine ve zamanla Garp medeniyetine ait kurumları bünyesine alarak oluştuğunu söylemektedir.

     

    Gökalp’in Türkçülüğü asıl olarak harsı bir temel üzerine kurulmuştur. Gökalp, Türkçülüğün Esasları kitabında Türkçülüğün programını tartışırken eski Türk harsını temel almaktadır. Bu kitapta Türkçülüğü lisanî, bedii (estetik), ahlaki, hukuki, dini, iktisadi, siyasi ve felsefi Türkçülük olmak üzere çeşitli alanlara ayırmakta, bu alanların her birinin eski Türk değerleri üzerine temellendirilerek asrileştirilmesi gerektiğini söylemektedir. Gökalp’a göre, “Türkçülük, her şeyden ziyade, millet ve vatan mefkûrelerine kıymet vermektir”. Harsın sübjektif, medeniyetin ise objektif bir boyutu vardır. Gerçek bir medeniyet her zaman milli harsa dayanmaktadır. Bu çerçevede harsın birey üzerinde yaptırım gücü vardır. Hars dayanışma yaratırken, medeniyet anominin kaynağıdır. Gökalp için hars milli değerler, norm, dil, müzik, sanat, din, ahlak ve ekonomiden oluşmaktadır. Bunlar harsın özüdür ve yaratıcıları halk olduğundan, hars aynı zamanda demokratiktir. Medeniyet ise üniversitelerde okumuş ve nitelikli bir sosyalizasyon sürecinden geçmiş bireylere aittir. Dolayısıyla medeniyet bireylere özeldir ve belli bir düşünce, hissediş ve yaşam tarzını yansıtmaktadır. Gökalp’in bu kavramsallaştırmasının temelinde Durkheim’den aldığı akılcılık ve duygusallık karşıtlığı yatmaktadır. Bireyler akılla, toplumlar ise duygularla (kıymet hükümleri veya vicdan) hareket etmektedirler. Hars, duyguların toplamıdır, çünkü diğer harsların ve medeniyetlerin taklit edilmesiyle oluşmamıştır.

     

    Sonuç olarak, Gökalp’in Türkçülük, İslam ve muasırlaşma (medeniyet) sorunu etrafında geliştirdiği çözümlemeler onun özgün toplum modelinin ve bu modele göre geliştirdiği siyasi programın temelinde yatmaktadır. Öz Türk kültüründen beslenen Türkçülük, insanın iradi eseri olan ve kozmopolit değerler barındıran medeniyetten ayrılmaktadır. Gökalp’a göre Türk kültürünü koruyarak Avrupa medeniyeti içinde yer almak mümkündür. Benzer şekilde, Türkçülük Osmanlı mirasını da reddetmektedir çünkü Osmanlı medeniyeti birçok medeniyetin etkisi altında oluşmuş suni bir oluşumdur ve kozmopolit değerler barındırmaktadır. Gökalp, Türk ulusunu hem kavmi köklerinden hem de ümmet çevresinden kopararak ortak bir dil, din ve milli ahlak/terbiye temelinde tanımlamaktadır. Dolayısıyla Gökalp’in görüşlerini Turancılık ya da etnik milliyetçilik olarak tanımlamak bir yanılgıdır. Gökalp’a göre Türk ulusunun tanımı “ortak soy” ya da “aynı kanı taşıyan” şartını içermemektedir. Bu makalede tartışıldığı gibi, Gökalp’in Türkçülük üzerine yazdıkları bir bütün olarak ele alındığında, geliştirdiği ulus tanımının köklerinin kavmi olmadığı, bunun yerine millet ve vatan mefkûrelerinin yüceltildiğini görmekteyiz. Gökalp, yaşadığı dönemde etkili olan Pantürkçülük (Turan), (Pan)Osmanlıcılık (imparatorluk) ve Pan-islâmcılık (ümmet) ideolojilerini reddetmektedir. Bu ideolojiler geniş kapsamlıdır ve ona göre, zamanın gerçeklerine uymamaktadır. Aynı zamanda bu üç ideolojinin sınırlarının ve birleştirici öğelerinin net olmaması, (ana)vatan kavramının gelişimini engelleyen bir eksiklik olarak değerlendirilmiştir. Gökalp’in görüşlerinin temelinde kültür üzerinden tanımlanan ulus ve vatanseverlik kavramları vardır. Batı’da yaşanan devlet ve ulus inşası sürecine paralel düşünen Gökalp için devlete aidiyet ve bağlılık esastır.

    #26166
    reisulkuttab
    Katılımcı

    I AM MUSLIM , I AM NOT TERRORIST!

    #26167
    enverpasha
    Katılımcı

    I AM MUSLIM I AM NOT TERRORIST

3 yazı görüntüleniyor - 1 ile 3 arası (toplam 3)
  • Bu konuyu yanıtlamak için giriş yapmış olmalısınız.